ALINYAZISI VE KADER FİKRİ

Alınyazısı yoktur, kader yoktur. Sen sadece sorumluluğunu var olmayan bir şeyin üzerine atmaya çalışıyorsun. Ve o var olmadığı için, sana direnç gösteremez; sana, "Lütfen sorumluğunu bana atma!" diyemez.

Tanrı sessizdir, onun üzerine herhangi bir şeyi atabilirsin; direnç yoktur çünkü direnç gösterecek kimse yoktur. Alınyazısı da yine aynı şekildedir. Aşkta başarısız olursun, diğer mevzularda başarısız olursun. Başarısız olmak canını yakar. Yaralanmış kalbin için bir tür merheme ihtiyaç duyarsın. "Kader" güzel bir merhemdir ve bedava olarak mevcuttur. Onun için bir şey ödemene gerek yoktur. "Ne yapabilirim? Her şeye alınyazısı karar verir" diyebilirsin. Başarı ya da başarısızlık, zenginlik ya da yoksulluk, hastalık ya da sağlık, yaşam ya da ölüm; her şey, adına kader denilen bilinmeyen bir gücün ellerindedir. "Elimden gelenin en iyisini yapıyorum, hâlâ başarısız olmaya devam ediyorum. Bana vaaz edilen tüm ahlaki prensipleri izliyorum, hâlâ fakirim. Ve her türünden ahlaksız insanın zengin olduğunu, öne çıktığını, ünlü olduğunu görüyorum. Tüm bunlar kaderdir." Bu sana avuntu verir. Bu sana hedeflerine ulaşmadığın için avuntu verir.

Aynı zamanda bu sana şayet başkaları başarıyı elde etti ise bunda fazla bir şey olmadığı; bunun sadece kader tarafından belirlendiği avuntusunu verir. Bu durumda bir taraftan kendini aşağılık hissetmekten kurtulursun diğer taraftan senin kıskançlığın, başarılı insanın başarısının yalnızca kader onu bu şekilde istedi diye olduğu fikrinden hoşlanır: "Bunun onunla bir alakası yok; onun benden üstün bir tarafı yok."

Tanrı, kader, alınyazısı; bunların hepsi aynı kategoridedir. Sorumluluğunu var olmayan bir şeyin üzerine atıyorsun.

Şayet Tanrı var olsaydı sessiz kalmazdı. Ben sürekli onun var olmadığını söylüyorum. Şayet var olsaydı zamanı gelmiştir; "Ortaya çıkardı ve ben buradayım! Niçin benim olmadığımı söyleyip duruyorsun?" diye ilan ederdi. Ancak o asla gelmeyecek.

Her zaman için Tanrı'nın varoluşunu reddeden insanlar olmuştur fakat o asla kendini kanıtlamak için bir çaba göstermemiştir. Örneğin, Batının tanınmış filozoflarından Edmund Burke, kiliseye gidip rahibin önünde durmuş, "Bu benim saatim. Eğer Tanrı varsa —büyük bir kanıt istemiyorum sadece basit bir kanıt— saatim dursun. Siz dua edin, cemaatiniz dua edebilir, ne istiyorsanız yapabilirsiniz. Tanrı'yı saatimi durdurması için ikna edin ve bu benim inanmam için yeterli olacak" dedi.

Dua ettiler; bu tüm Hıristiyanlığın prestiji meselesiydi, tek bir adam Tanrıya meydan okuyor. Ve o büyük bir mucize istemiyor, küçücük bir mucize: "Saatimi durdursun." Ve Tanrı bunu yapamadı. Edmund Burke Tanrı'nın olmadığını kanıtlamıştır. Ne büyük bir argüman! Ancak basit, net, konuyla alakalı.

Dünyanın her yanında kurtulmak istediğin herhangi bir şeyi Tanrı'nın üstüne, kaderin üstüne, alınyazısının üstüne atıyorsun. Onlar sadece var olmayan şeyler için farklı isimlerdir. Şu kesindir ki sen gerçekten orada olan birisinin üzerine çöp dökemezsin. Sabrın bir sınırı vardır. Komşunun arazisine çöp dökmeyi bir dene. Belki bir gün için herhangi bir şey söylemeyebilir; belki iki gün bekleyebilir ama nereye kadar? Er ya da geç seni ensenden yakalayacak ve sana şunu kanıtlayacaktır: "Ben varım! Benim avluma çöp dökmeye devam edemezsin." Ancak evde hiç kimse yoksa avluya istediğin sürece çöp dökmeye devam edebilirsin. Kimse karşı çıkmayacak, kimse gelip, "Neler oluyor? Sende hiç terbiye yok mu?" demeyecek.

Tanrı, kader, alınyazısı; bunlar sahte sözcüklerdir, zırvalıktır, bundan daha çok bir şey değildir. Onları tamamen bırak, çünkü onları bırakmak eylemlerin için seni tamamıyla sorumlu kılacak, seni bir birey yapacaktır. Ve sen sorumluluğu kendin almadığın sürece asla güçlü olmayacaksın, asla bağımsız olmayacaksın, özgürlüğü hiç tatmayacaksın.

Özgürlüğe sahip olabilirsin. Ancak bunun bedeli, sorumluluğu bütünüyle kabul etmektir.

Ben öylesine engin bir özgürlük hissettim ki, sana baktığımda üzülüyorum. Sen de aynı fırsata, özgür birey olmanın içinde çiçek açma potansiyeline sahipsin ama sen köle kalmaya devam ediyorsun. Ve senin bunu başarabilme yöntemin asla sorumlu olmamaktır.

Sorumlu olmamanın seni özgürleştirdiğini mi düşünüyorsun? Eylemlerinden, düşüncelerinden, varlığından sorumlu hissetmemenin seni bunların sonuçlarından özgürleştirdiğini mi düşünüyorsun? Hayır, kesinlikle hayır. O seni köleleştirir; o seni insandan daha düşük bir şey yapar. O senden tüm ihtişamını alır. Dik duramazsın; kamburlaşırsın. Zekân gelişemez çünkü sen meydan okumayı kabul etmedin. Sen kaderi, Tanrı'yı, alınyazısını bekliyorsun. "Doğru zaman —Tanrı'nın istediği doğru zaman— geldiğinde ben de son derece mutlu olacağım" diye düşünüyorsun.

Senin mutluluğuna karar verecek bir Tanrı yok. Varoluşta yalnızsın. Yalnız gelirsin, yalnız ölürsün. Doğumla ölüm arasındayken, elbette kendini sanki birisi —karın, baban, annen, kocan, arkadaşın— seninleymiş gibi kandırabilirsin ancak bu sadece "mış" gibi yapmaktır. Tek başına gelirsin, tek başına gidersin; doğumla ölüm arasında tek başınasın.

Ve ben senin bir erkeği ya da bir kadını sevemeyeceğini söylemiyorum. Aslında sorumluluğunu omuzlarına almış iki bağımsız, özgür insan buluştuğunda, bunda muazzam bir güzellik vardır. Hiç kimse diğerine yük olmaz. Hiç kimse diğerine bir şeyleri yığmaz. Sen bir şeyleri yığma fikrini tamamen bırakmış haldesin. Bir arada olabilirsiniz ama tek başınalığınız dokunulmaz, saf, bakire, kristal gibi temiz kalır. Asla birbirinizin alanlarına girmezsiniz. Sırf ayrı olduğunuz için birbirinizden keyif alabilirsiniz.

Ayrı kaldıkça —tek başına olduğun daha net bir biçimde anlaşılır, o da tek başınadır— iki tek başınalığın, iki kutbun, iki bireyin muhteşem buluşmasının olasılığı daha da büyük olur.

Alınyazısı, kader, kısmet, Tanrı gibi sözcükleri unut. Ve astrologlar, zihin okuyanlar, el falına bakanlar, geleceği tahmin edenler tarafından kandırılmana izin verme. Şayet sen yaratmazsan gelecek yoktur! Ve yarın olacak her şey senin kendi yaratımın olacaktır. Ve o bugün, şimdi yapılmak zorundadır çünkü bugünün içinden, bugünün rahminden yarın doğacaktır.

Sorumluluğu tamamen üzerine al; benim sana mesajım budur. Bu yüzden ben her zaman zihnindeki Tanrı'yı yok etmeye çalışıyorum. Ona karşı herhangi bir şeyim yok. Nasıl ona karşı bir şeyim olabilir? O yok ki! Benim var olmayan bir şey için imanımı heba edeceğimi mi düşünüyorsun? Hayır, ben senin koşullanmalarınla savaşıyorum; onlar vardır. Tanrı yoktur ama senin içinde bir Tanrı fikri vardır ve ben bu fikirle onu bırakmanı, temiz olmanı ve hayatın için tüm sorumluğu almanı söyleyerek savaşıyorum.

Benim deneyimim budur: Kendimin sorumluluğunu tamamıyla aldığımda, özgürlüğün tüm kapılarını bana açılmış olarak buldum. Onlar birlikte hareket eder.

Herkes özgürlük ister. Hiç kimse sorumluluk istemez. Asla özgürlüğe sahip olmayacaksın; bir köle olarak kalacaksın. Unutma, bir köle olarak kalmak da senin sorumluluğundadır. Onu sen seçtin; o sana zorla kabul ettirilmedi.

Güzel bir Yunanlı filozof, mistik —ender rastlanacak nitelikte bir mistik— olan Diyojen'i anımsadım. O Aristo'nun çağdaşıydı ve o Aristo'ya benim olduğum kadar karşıydı, o nedenle Diyojen ile belli bir dostluğum vardır.

Aristo insanı tüyleri olmayan ve iki ayak üzerinde yürüyen bir hayvan olarak tanımlamıştır. Diyojen ne yapmıştır? Bir hayvan yakalamıştır; iki ayağıyla yürüyen ama tüyleri de olup uçabilen pek çok hayvan vardır. Diyojen bir tavus kuşu yakaladı, tüm tüylerini yoldu ve tavus kuşunu Aristo'ya, "Lütfen bir insanoğlunun armağanını kabul et" yazan mesajla birlikte gönderdi.

Diyojen çıplak yaşamıştır çünkü o, "İnsan çıplak doğar ve giysiler tarafından korunduğu için zayıf düşer" demiştir. Tüm dünyadaki hiçbir hayvanın giysisi yoktur; İngiltere'deki birkaç köpek dışında. İngiltere gizemli bir ülkedir. Köpeklerin elbiseleri vardır çünkü çıplak bir köpek Hıristiyanlığa uygun değildir. Victoria İngiltere'sinde sandalye bacaklarının bile kumaşlarla kaplandığını —çünkü onlar bacaktır ve çıplak bacaklara bakmak centilmence bir şey değildir— öğrenmek seni şaşırtacaktır.

Diyojen çıplak yaşadı. O güçlü bir adamdı. İnsanları kaçırıp onları pazarda köle olarak satan dört kişi, "Bu büyük bir balık, bu adam bize çok iyi para kazandırabilir. Pek çok köle sattık ama hiçbirisi bu kadar güçlü, bu kadar güzel, bu kadar genç değildi. İstediğimiz kadar yüksek meblağ talep edebiliriz. Ve biz pazarda bu adamı tezgâha koyduğumuz anda müthiş bir çekişme olacaktır. Ancak, dört kişi onu yakalamak için yeterli değil. Tek başına hepimizi öldürebilir" diye aralarında konuştular.

Diyojen kendisi hakkında söylediklerini duydu. O nehrin kıyısında, bir ağacın altında serin esintinin tadını çıkararak oturuyordu; ve ağacın arkasında şu dördü ne yapacaklarını planlıyordu. "Endişelenmeyin. Gelin buraya! Sizi öldüreceğim için endişelenmenize gerek yok, ben asla bir şeyi öldürmem. Ve savaşacağım, direneceğim konusunda da endişe duymanıza gerek yok, hayır! Ben kimseyle dövüşmem, ben hiçbir şeye direnmem. Beni köle olarak mı satmak istiyorsunuz?" dedi onlara.

Utanarak, korkarak bu dört kişi dedi ki: "Düşündüğümüz şey buydu. Biz yoksuluz...eğer isterseniz?"

"Elbette isterim. Bir şekilde yoksulluğunuzu giderebilirsem, bu çok güzel olur."

Onlar da zincirleri çıkardı. "Onları nehre atın; beni zincirlemenize gerek yok. Sizin önünüzden yürüyeceğim. Hiçbir şeyden kaçmaya inanmıyorum. Aslında satılmaktan, yüksek bir platformda durup ve yüzlerce insanın beni elde etmeye çalışması fikrinden heyecan duyuyorum. Bu açık artırma beni heyecanlandırıyor; geliyorum!" dedi.

Şu dört adam biraz daha korkmuştu: bu adam sadece güçlü ve güzel değil, biraz da kaçık gibi görünüyordu; tehlikeli olabilirdi. Ancak artık onlar için kaçış yolu yoktu. "Eğer kaçmaya çalışırsanız, kendi hayatınızı riske sokarsınız. Siz dördünüz beni izleyin sadece. Pazarda beni tezgâha koyun" dedi.

İstemeden onu takip ettiler. Onlar onu almak istemişti ama o onların önünden gidiyordu! Olayın özünü anlayabiliyor musun? Böylesi bir durumda dahi sorumluluğu üzerine alıyor. Bir insanın başına gelebilecek en çirkin şey olan, pazarlık edilip bir mal gibi satılabilmesi için insanların onun üzerine komplo kurduğu böylesi bir durumda bile o özgür bir adamdır.

Ama o bu insanlara, "Korkmayın ve kaçmaya da çalışmayın. Bana çok iyi bir fikir verdiniz, size minnettarım. Bu benim sorumluluğum, pazara gidiyorum. Beni açık artırmaya çıkarın" dedi.

"Bu nasıl bir adam?" diye merak ettiler. Ancak, şu andan sonra bir çıkış yolu yoktu, o nedenle onu izlediler. Ve onu herkesin görebileceği yüksek bir tezgâhın üzerine koyduklarında, neredeyse sessizlik kaplamıştı her yanı, neredeyse çıt çıkmıyordu. İnsanlar hiç bu kadar orantılı bir beden görmemişti, o kadar güzeldi ki; sanki çelikten yapılmıştı, çok güçlüydü.

Açık artırmacı herhangi bir şey söylemeden önce Diyojen, "Herkes beni dinlesin! Burada herhangi bir köleye satılacak bir efendi var çünkü bu dört insanın paraya ihtiyacı var. O yüzden pazarlık başlasın; ancak unutmayın bir efendi satın alıyorsunuz" diye duyurdu.

Onu bir kral satın aldı. O elbette bunu yapabilirdi; açık artırmada giderek daha da çok para önerdi. Pek çok insan ilgilenmişti ama sonuçta daha önceden duyulmamış bir miktarda para bu dört kişiye verildi. Diyojen onlara, "Şimdi mutlu musunuz? Şimdi gidebilirsiniz ve ben bu köleyle birlikte gideceğim" dedi.

Saraya giden yolda kralın arabasının üzerinde giderken kral, Diyojen'e,"Sen delirdin mi ne oldu? Kendini bir efendi mi zannediyorsun? Ben bir kralım ve sen benim bir köle olduğumu mu düşünüyorsun?" diye sordu.

"Evet ve ben deli değilim ama sen delisin. Bunu hemen kanıtlayabilirim" dedi. Arabanın arkasında kraliçe vardı. Diyojen, "Kraliçen şimdiden benimle ilgilenmeye başladı, onun seninle işi bitti. Bir efendiyi satın almak tehlikelidir" dedi.

Kral şok olmuştu. Elbette Diyojen ile kıyaslandığında o bir hiçti. Kılıcını çıkardı ve kraliçeye sordu: "Söylediği şey doğru mu? Eğer hakikati söylersen hayatın kurtulur buna söz veriyorum. Fakat, şayet hakikati söylemezsen ve ben bunu sonradan öğrenirsem başını koparırım."

Dehşet içinde, korkarak, donmuş bir halde kraliçe, "Bu doğru onun yanında sen bir hiçsin. Büyülendim, cazibesine kapıldım; bu adamda büyülü bir şey var. Onunla kıyaslandığında sen sadece zavallı bir adamsın. Hakikat bu" dedi.

Elbette kral arabayı durdurdu ve Diyojen'e, "Arabadan in. Seni serbest bırakıyorum; sarayımda böyle bir riski göze almak istemiyorum" dedi.

"Teşekkür ederim. Tüm sorumluluğu üzerime aldığım basit gerçeği yüzünden ben bir köle haline getirilemem. Şu dört adamı suçluluk hisseder durumda bırakmadım; beni onlar buraya getirmedi, ben kendi kendime geldim. Onlar bana minnet duyuyor olmalı. Ve bu senin araban eğer benim inmemi istiyorsan bu son derece iyi bir şey. Ben arabalara alışkın değilim, benim bacaklarım yeterince güçlü. Ben çıplak bir adamım, altından bir araba bana uymaz" dedi.

Sorumluluğu al! Ve çok büyük bir yoksulluk içinde acı çekerek bir hapishanede tutuklu bile olsan tamamıyla kendi efendin olarak kalacaksın. Sorumlulukla birlikte gelen özgürlüğe sahip olacaksın.

Senin tüm dinlerin seni Tanrı'ya, kadere, alınyazısına bağımlı kılıyor. Bunların hepsi var olmayan bir şey için farklı isimlerdir. Hakiki olan şey senin esaretin ya da senin özgürlüğündür. Birini seç. Eğer özgürlüğü seçersen, o zaman diğerlerinin seni bir köle yapma stratejilerinin hepsini yok etmek zorunda kalacaksın. Benim burada yapmaya çalıştığım şey budur: Tüm zincirlerini kırıp seni her şeyden özgürleştirerek bu sayede kendin olabilmendir. Ve kendin olduğun an gelişmeye başlarsın, daha çok yeşerirsin. Çiçekler açmaya başlar ve çevrende muhteşem kokular oluşur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder