TOPLUM VE BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ

BİR MÜLAKAT: TOPLUM VE BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ

Toplumsal kuralların insanlar için temel bir ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yine de hiçbir zaman, hiçbir toplum bir insanın kendini tanımasına yardım etmemiştir. Lütfen bireyle toplum arasında ne türden bir ilişki mevcut olduğunu ve birbirlerine gelişmekte nasıl yardım edebileceklerini açıklar mısınız?

Bu çok karmaşık, ancak aynı zamanda da çok temel bir soru. Tüm varoluşun içinde sadece insanın kurala ihtiyacı vardır. Başka hiçbir hayvanın kurala ihtiyacı yoktur.

Anlaşılması gereken ilk şey kurallarla ilgili bir şeyin yapay olduğudur. İnsanın kurallara ihtiyacı olmasının ardındaki neden onun hayvan olmaktan çıkması, ancak henüz bir insan haline de gelememiş olmasındandır; o arada kalmıştır. Tüm kurallara duyulan ihtiyaç bundandır. Şayet o bir hayvan olsaydı hiç ihtiyaç olmazdı. Hayvanlar kurallar, kanunlar, anayasalar, mahkemeler olmadan mükemmel olarak yaşar. Şayet insanoğlu gerçekten insan olabilirse —sadece lafta değil, gerçekte de— hiçbir kurala ihtiyaç duymayacaktır.

Bugüne kadar bunu çok az insan hayata geçirebilmiştir. Örneğin, Sokrates, Zerdüşt, Bodhidharma gibi adamlar için hiçbir kurala gerek yoktur. Onlar hiç kimseye zarar vermeyecek kadar uyanık haldedirler. Hiçbir kanuna, hiçbir anayasaya ihtiyaç yoktur. Eğer tüm toplum hakiki anlamda insan olma yönünde evrim geçirebilirse, sevgi olacaktır ama kanun olmayacaktır.

Sorun insanın bir hayvanın sahip olduğu doğal davranışlarını yitirmiş olması ve henüz yeni, doğal bir hali de elde edememiş olması nedeniyle kurallara, kanunlara, hükümetlere, mahkemelere, ordulara, bir polis gücüne ihtiyaç duymuş olmasıdır. O sadece aradadır. O hiçbir yerde değildir, o bir kaostur. Bu kaosu kontrol etmek için tüm bu şeylere gerek vardır.

Sorun daha da kompleks bir hale gelir çünkü insanı kontrol etmek için oluşmuş olan güçler —dinler, devletler, mahkemeler— çok güçlenmişlerdir. Onlara güç verilmek zorundaydı; aksi taktirde nasıl insanları kontrol edebilirlerdi? Bu demek oluyor ki bir nevi kendi kendimizi köleleştirmiş oluyoruz. Artık bu kurumlar kuvvetlenmiş olduklarından, çıkarlarından vazgeçmek istemiyorlar. Onlar insanın evrim geçirmesini istemiyorlar.

İnsanın ve toplumun, bireyin ve toplumun nasıl evrimleşebileceğini soruyorsun. Sen problemi pek anlamıyorsun. Eğer birey evrim geçirirse, toplum yok olur. Toplum sadece bireyin evrimleşmesine izin verilmediği için mevcuttur. Tüm bu güçler yüzyıllardır insanı kontrol etmekte ve kendi güçlerinin ve prestijlerinin keyfini çıkartmaktadır. Onlar insanın evrimleşmesine, insanın onların ve kurumlarının gereksiz hale geleceği bir noktaya kadar gelişmesine izin vermeye hazır değildir. Bunu anlamana yardım edecek pek çok durumlar vardır.

Çin'de yirmi beş yüzyıl önce şöyle bir şey olmuştu: Lao Tzu çok ünlü, bilge bir adam haline gelmişti ve hiç şüphe yok ki gelmiş geçmiş en bilge olanlardan biriydi. Çin imparatoru ona gayet alçakgönüllü bir şekilde yüksek mahkemenin başkanı olmasını önerdi çünkü ülkenin kanunlarına onun yapabileceğinden daha iyi bir şekilde hiç kimse rehberlik edemezdi. İmparatoru, "Ben doğru kişi değilim" diye ikna etmeye çalıştı fakat imparator çok ısrarcıydı.

Lao Tzu, "Eğer beni dinlemezseniz... sadece mahkemede bir gün yeter ve benim doğru insan olmadığıma ikna olacaksınız çünkü sistem yanlış. Alçakgönüllülük nedeni ile size hakikati söylemiyordum. Ya ben var olurum ya da sizin kanununuz ve sizin hükümdarlığınız ve sizin toplumunuz var olabilir. O nedenle... bunu bir deneyelim," dedi.

İlk gün başkentin en zengin adamının neredeyse tüm hazinesinin yarısını çalmış olan bir adam getirildi. Lao Tzu olayı dinledi ve sonrasında hırsızın ve en zengin adamın her ikisinin de altı aylığına hapse gitmeleri gerektiğini söyledi.

Zengin adam, "Siz ne diyorsunuz? Soyguna uğrayan, hırsızlık yapılan kişi benim; bu nasıl adalettir ki hırsızla aynı süreliğine beni hapse gönderiyorsunuz?" dedi. Lao Tzu, "Şurası kesin ki ben hırsıza haksızlık ediyorum. Senin hapiste olman gereken süre çok daha büyüktür çünkü sen çok fazla parayı kendin için topladın, pek çok insanı paradan mahrum ettin... binlerce insan haksızlığa uğramıştır ve sen para toplayıp, para toplayıp duruyordun. Ne için? Senin açgözlülüğünün kendisi bu hırsızları yaratıyor. Sorumlu sensin. İlk suç sana ait," dedi.

Lao Tzu'nun mantığı tamamıyla nettir. Eğer çok fazla fakir insan ve sadece birkaç tane zengin insan olacaksa hırsızlığı durduramazsın, çalmayı durduramazsın. Bunu durdurmanın tek yolu herkesin ihtiyaçlarını giderebileceği kadar şeye sahip olması ve hiç kimsenin aç gözlülük yüzünden gereksiz birikimlere sahip olmamasıdır.

Zengin adam, "Beni hapse göndermeden önce imparatoru görmek istiyorum çünkü bu anayasaya aykırıdır; bu ülkenin kanunlarına göre değildir," dedi.

Lao Tzu, "Bu ülkenin kanunlarının ve bu ülkenin anayasasının yanlışıdır. Bunun sorumlusu ben değilim git ve imparatoru gör,"dedi.

Zengin adam imparatora dedi ki: "Dinleyin, bu adam hemen görevinden uzaklaştırılmalıdır; o tehlikeli. Bugün ben hapse gidiyorum, yarın siz hapiste olacaksınız. Eğer kendinizi kurtarmak istiyorsanız bu adam kovulmalı, o kesinlikle çok tehlikeli. Ve o çok mantıklı da. Söylediği şeyde haklı bunu anlayabiliyorum. Ama o bizi mahvedecek."

İmparator bunu çok iyi anladı, "Eğer bu zengin adam bir suçlu ise o zaman ben ülkedeki en büyük suçlu oluyorum. Lao Tzu beni hapse göndermekten kaçınmayacaktır."

Lao Tzu görevinden alındı. "Size bunu daha önceden söylemeye çalıştım; gereksiz yere benim zamanımı harcıyorsunuz. Size doğru adam olmadığımı söylemiştim. Gerçek şu ki sizin toplumunuz, sizin yasanız ve sizin anayasanız doğru değildir. Bu tamamıyla yanlış sistemi yürütmek için yanlış insanlara ihtiyaç var," dedi.

Sorun şudur ki insanı kaosun içinde dağılmaktan korumak için yarattığımız güçler artık o kadar güçlü ki seni özgürce gelişmen için bırakmak istemiyorlar. Çünkü eğer sen gelişmeye, bir birey olmaya, uyanık, farkında ve bilinçli olmaya muktedir olursan tüm bu insanlara ihtiyaç olmayacaktır. Onların hepsi işlerini kaybedecek ve işleri ile birlikte prestijlerini, güçlerini, liderliklerini, rahipliklerini, papalıklarını da kaybedecekler; her şey bitmiş olacak. Bu nedenle artık başlangıçta koruma için ihtiyaç duyulanlar insanlığın düşmanlarına dönüşmüşlerdir.

Benim yaklaşımım bu insanlara karşı savaşmak değildir çünkü onlar güçlüdür, onların orduları vardır, onların parası vardır, onların her şeyi vardır. Onlarla savaşamazsın, sen yok olacaksın. Tüm bu pisliğin dışına çıkmanın tek yolu sessizce kendi bilincini geliştirmeye başlamaktır ki onlar bunu hiçbir güç ile engelleyemezler. Aslında onlar senin içinde ne olduğunu bilemezler bile. Ben sana içsel dönüşümün simyasını sunuyorum. İçsel varlığını değiştir. Ve sen değiştiğin, tamamıyla dönüştüğün an birden mahkûmiyetinin dışına çıktığını göreceksin, sen artık bir köle değilsin. Sen kaosun yüzünden bir köle idin.

Rus devrimi sırasında:

Devrimin başarıya ulaştığı gün bir kadın Moskova'da yolun ortasında yürümeye başladı. Polis, "Bu doğru değil. Yolun ortasından yürüyemezsiniz," dedi.

Kadın, "Artık özgürüz" dedi.

Özgür bile olsan trafik kurallarına uymak zorunda kalacaksın; aksi taktirde trafik içinden çıkılmaz hale gelecektir. Eğer arabalar ve insanlar istedikleri her yere koşturur, nereye isterse döner, trafik ışıklarını dikkate almazsa insanlar kazaya uğrayacaklar ve öleceklerdir. Bu, sağdan ya da soldan, ülke hangisini tercih etmişse seni o şekilde yürümeye zorlamak için orduyu devreye sokacaktır ama hiç kimse ortadan yürüyemez. O zaman üzerine bir silah doğrultulmuşken kurallara uymak zorunda kalacaksın. Ben her zaman bu kadını hatırlarım; o çok semboliktir.

Özgürlük kaos demek değildir. Özgürlük daha çok sorumluluk; o kadar çok sorumluluk demektir ki hiç kimsenin senin hayatına karışmasına gerek olmaz. Yalnız bırakılabilirsin, hükümetin sana karışmasına gerek yok, polisin sana karışmasına gerek yok, kanunun seninle hiçbir işi olmaz; sen basitçe onların dünyasının dışındasın.

Benim yaklaşımım budur; şayet gerçekten insanlığı dönüştürmek istersen her birey kendi kendine gelişmeye başlamalıdır. Ve aslında gelişmek için bir kalabalığa gerek yoktur.

Gelişim, annesinin rahminde gelişen bir çocuk gibi bir şeydir. Kalabalığa gerek yoktur, annenin dikkatli olması yeterlidir. Senin içinde yeni bir insan doğmak zorundadır. Sen yeni bir insanoğlunun rahmi haline gelmelisin. Hiç kimse bunu bilmeyecektir ve kimsenin onu bilmemesi daha iyidir. Sen basitçe sıradan işini yapmaya devam edersin, sıradan dünyada yaşarsın, sıradan ve basit olursun; bir devrimci, muhalif, punk ya da dazlak olmadan. Bunun bir faydası olmaz. Bu safi aptallıktır. Bunun engellenmişlik yüzünden olduğunu anlayabiliyorum ama bu yine de deliliktir. Toplum delirmiştir ve sen de engellenmiş olduğun için mi deliriyorsun? Toplum bu insanlardan korkmaz; toplum sadece çok merkezinde, çok bilinçli olması nedeniyle kanunların onlar için anlamsız hale geldiği insanlardan korkar. Onlar her zaman doğru olanı yapar. Onlar sözde güçlü çıkarların cenderesinin ötesindedir.

Bireyler gelişirse toplum küçülecektir. Onların bildiği şekliyle —hükümetle, orduyla, mahkemelerle, polislerle, hapishanelerle— bu toplum küçülecektir. Kesinlikle, çünkü pek çok insanoğlu vardır, kolektifliğin yeni şekilleri hayata geçmiş olacaktır. Sözcükler arasında bir kafa karışıklığı yaratmamak için onlara "toplum" demek hoşuma gitmiyor. Yeni kolektifliği komün olarak adlandırıyorum. Bu sözcük önemlidir: Bu insanların sadece birlikte yaşadığı değil derin bir paylaşımın içinde olduğu bir yerdir.

Birlikte yaşamak bir şeydir; biz onu yapıyoruz: Her şehirde, her kasabada binlerce insan birlikte yaşıyor ama birliktelik bunun neresinde? İnsanlar komşularını dahi tanımıyor. Onlar, binlerce insan, aynı gökdelende yaşıyor ve onlar asla aynı evde yaşadıklarını bilmiyorlar. Bu birliktelik değildir çünkü paylaşım yoktur. O basit bir kalabalıktır, bir topluluk değil. Bu yüzden toplum sözcüğünü komün sözcüğü ile değiştirmek istiyorum.

Toplum belirli temel prensipler üzerinde var olmuştur. Onları ortadan kaldırmak zorunda kalacaksın yoksa toplum ortadan kalkmayacaktır. Toplumun birinci ve en önemli bileşeni aile olmuştur: Eğer aile olduğu şekli ile kalırsa o zaman toplum ortadan kalkamaz, kilise ortadan kalkamaz; dinler ortadan kalkamaz. O zaman tek bir dünya, tek bir insanlık yaratamayız.

Ailenin psikolojik olarak modası geçmiştir. Onun her zaman var olduğu doğru değildir; ailenin olmadığı, insanların kabilelerde yaşadığı bir dönem vardı. Aile özel mülkiyet yüzünden ortaya çıktı. Başka herkesten daha fazla özel mülkiyete sahip olmayı başaran güçlü insanlar vardı. Ve onlar bunların kendi çocuklarına verilmesini istedi. O zamana kadar aile diye bir şey söz konusu değildi. Erkekler ve kadınlar sevgileri için bir arada olurdu; evlilik ve aile yoktu. Fakat bir kez mülkiyet ortaya çıkınca erkek kadını fazlasıyla sahiplenmeye başladı. O kadını da kendi mülkiyetinin parçası haline dönüştürdü.

Hint dillerinde kadın aslen "mal" olarak adlandırılır. Çin'de kadın o kadar mal gibiydi ki koca karısını öldürecek olsa bunu yasaklayan bir kanun yoktu. İşlenmiş bir suç yoktu; kendi malını yok etmekte kesinlikle özgürdü. Mobilyalarını yakabilirsin, evini yakabilirsin; bu bir suç değildi, o senin evin. Karını öldürebilirsin...

Özel mülkiyetle birlikte kadın da özel bir mülke dönüşmüştür ve karısından doğan çocuğun kesinlikle onun olduğundan emin olabileceği her türlü strateji kullanılmıştır.

Şimdi bu zor bir problemdir: baba asla kesinlikle emin olamaz; sadece anne bilir. Ancak baba, kadının hareketinin önünde her türden engeller yarattığı için kadın başka erkeklerle temasa geçememiştir. Tüm olasılıklar ve tüm kapılar kapalıydı.

Sadece yaşlı kadınların kiliselere ve tapınaklara gidiyor olması bir rastlantı değildir çünkü asırlardır kilisenin aileyi koruduğu çok iyi bilindiği için bu onların gitmesine izin verilen yegâne yerdir. Ve kilise, bir kez aile giderse kilisenin de ortadan kalkacağını bilir. Ve kilise romantik bir ilişkinin oluşabileceği en son yerdir. Onlar her türlü önlemi almıştır. Ve rahibin cinsel perhizde olması gerekir —bunlar garantilerdir— rahibin cinsel hayatı yoktur, değişik dinlerde değişik şekillerde o sekse karşıdır, o kadınlara karşıdır.

Jaina rahibi bir kadına dokunamaz; aslında kadın Jaina rahibine dört metreden fazla yaklaşmamalıdır. Budist rahibin bir kadına dokunmasına izin verilmez. Kadınların dini mekânlara girmesine izin verilmeyen, ya da bölmelerle ayrı tutulduğu dinler vardır. Erkekler tapınağın ya da caminin en büyük kısmını işgal eder ve kadınlarınsa küçük bir alanı vardır ama ayrıdır. Erkekler onları göremez bile; birisiyle buluşmak imkânsızdır.

İslam gibi pek çok din kadınlarının yüzünü kapatmıştır. Müslüman kadınların yüzleri hiç günışığı almadığından soluklaşmıştır. Onların yüzleri, onların bedenleri mümkün olan her şekilde kapatılmıştır. Kadın eğitilmemelidir çünkü eğitim insanlara garip fikirler verir. İnsanlar düşünmeye başlar, insanlar tartışmaya başlar...

Kadının maaş ödenen bir kariyere sahip olmasına izin verilmez çünkü bu bağımsızlık demektir. O her köşesinden sırf tek bir neden yüzünden budanmıştır; bu sayede erkek, oğlunun kendi oğlu olduğundan emin olabilecektir. Gerçekten güçlü olanlar —örneğin krallar— hizmetkârları hadım ettirmiştir çünkü onlar sarayın içinde dolaşıp çalışıyor ve başkalarına hizmet ediyorlardı. Onlar hadım edilmek zorundaydılar; aksi taktirde tehlike vardı... Ve tehlike vardı çünkü her imparatorun pek çoğunu hiç görmediği yüzlerce karısı vardı. Doğal olarak onlar herhangi birisine âşık olabilirdi. Ancak sadece hadım edilmiş erkeklerin saraya girmesine izin verilebilirdi, böylece bir kadın âşık olsa bile çocuk yapamazlardı. Önemli olan şey buydu.

Aile ortadan kalkmak ve yerini komüne bırakmak zorundadır. Bir komün bizim tüm enerjimizi, tüm paramızı, her şeyi tek bir havuzda biriktirmiş olduğumuz anlamına gelir; ve bu tüm insanların ihtiyacını giderir. Çocuklar komüne ait olacak, o nedenle bireysel miras meselesi olmayacaktır. Ve şayet sen tüm enerjini, tüm paranı ve tüm kaynaklarını havuza koyarsan her komün zengin olabilir ve her komün eşit düzeyde canlı olmanın keyfini çıkarabilir.

Bir kez bireyler ve komünler yan yana geliştiğinde toplum kaybolacak ve toplumla birlikte toplumun yarattığı tüm kötülükler kaybolacak. Bir örnek vereyim.

Çin'de 2000 yıl önce bir adım atılmıştı. Yeni sistem içinde, doktora hasta sağlıklı kaldığı sürece para ödenmek zorundaydı. Hasta kötü hissettiğinde, doktora para ödenmiyordu. Bu çok garip görünür. Biz doktora hasta olduğumuzda para öderiz ve o bizi yeniden sağlıklı hale getirir. Ancak bu tehlikelidir çünkü sen doktoru hastalığına bağımlı kılıyorsun. Hastalık onun çıkarı haline gelir: Ne kadar çok insan hasta olursa o kadar çok para kazanacaktır. Onun çıkarı sağlık değil hastalık olur. Eğer herkes sağlıklı kalırsa, o zaman hasta olacak tek kişi doktor olacaktır!

Onlar her kişinin kendi doktorunun olacağı ve kişi sağlıklı kaldığı sürece doktora her ay para ödeneceği çok pratik, devrimci bir fikirle ortaya çıktılar. Kişiyi sağlıklı olarak tutma doktorun görevidir; ve doğal olarak o bunu yapacaktır çünkü ona bunun için para ödenir. Hasta kötü hissettiğinde doktor para kaybeder. Salgın hastalıklar olduğunda doktor iflas eder.

Şimdi ise tam tersi vardır. Şöyle bir öykü duydum:

Doktor Nasrettin Hocaya geldi ve "Çocuğunu çiçek hastalığından iyileştirdiğimi hatırlatmak için sana defalarca geldim. Ve sen ödeme yapmadın ve dinlemiyorsun" dedi.

Hoca dedi ki: "İyisi mi sen dinle; yoksa seni mahkemeye vereceğim."

Doktor da "Bu çok garip... ben çocuğunu iyileştirdim" dedi.

Hoca da, "Evet bunu biliyorum ama tüm kasabaya salgını yayan kim? Benim çocuğum! O yüzden kazandığın bütün parayı benimle bölüşmek zorundasın" dedi.

O haklıydı. Çocuğu muhteşem bir iş başarmıştı. Ve o günden sonra doktor asla para istemek için geri gelmedi. Molla'nın tespiti doğruydu. Doktor salgından epey para kazanmıştı.

Ama bu çok yanlış bir sistemdir. Komün, doktora komünü sağlıklı tuttuğu için para ödemeli ve eğer komünde birisi hastalanırsa doktorun geliri kesilmelidir. Yani doktorun işi sağlıktır, hastalık değil. Ve aradaki farkı görebilirsin: Batı'da doktorun işine hastalıkla ilişkili olan tıp ("İngilizce'de ilaç anlamına gelen "medicine") denir. Doğu'da ona "hayatın — hastalığın değil— bilimi"; anlamına gelen "ayurveda" denir. Doktorun temel işi insanların uzun yaşaması, sağlıklı, bütün yaşaması olmalıdır ve bunun için ona para ödenmelidir. Böylece her komün kolaylıkla bir doktor, bir tesisatçı, bir mühendis; her ne hizmete ihtiyaç varsa onu kolaylıkla karşılayabilir. Bu komünün sorumluluğu olmalıdır ve komüne hizmet eden insanlar dönüşümlü olarak çalışmalıdır böylelikle bir güç merkezi yeniden oluşmaz.

Komünün yönetim komitesi üyeleri her sene değişmelidir. Yeni insanlar gelmeli ve eski insanlar gitmelidir böylelikle kimse iktidara bağımlı olmaz. İnsanların bağımlılık geliştireceği en kötü uyuşturucu güçtür; onu vermek gerekir ama küçük dozlarla ve kısa sürelerle. Birey gelişmeli ve komün gelişmeli.

Ancak şimdilik toplumu tamamen unut onunla savaşma. Toplumla hiç işin olmasın; bırak toplum olduğu gibi devam etsin. Şayet yaşamak isterse şeklini, yapısını değiştirmek zorunda kalacak. Ölmek isterse bırak ölsün. Bir zararı yok. Dünyanın nüfusu aşırı çoğaldı; onun sadece şimdiki nüfusunun dörtte birine ihtiyacı var. O nedenle yeni hiçbir şeyi kavrayamayan, yaptıkları şeylerin ne olduğunu göremeyen ve tamamıyla körleşmiş olan eski, kokuşmuş kafalar zararlıdır ve zehirlidir... Eğer onlar ölmeye karar verirse, bırak sessizce ölsünler. Onları rahatsız etme.

Ben sana devrimci olmayı öğretmiyorum. Ben senin çok sessiz, neredeyse yeraltındaki bir dönüştürücü olmanı istiyorum. Çünkü tüm devrimler başarısız olmuştur, artık mümkün olan tek yol bizim onu çok sessizce ve barışçıl olarak yapmamız ve bu sayede de onun gerçekleşmesidir.

Sadece dinginlik içerisinde gerçekleşebilecek şeyler vardır. Örneğin eğer ağaçları seviyorsan köklerine bakmak için her gün onu kazmamalısın; aksi taktirde onu öldürürsün. Bu kökler saklı kalmalıdır. Onlar sessizce kendi işini yapar.

Benim insanlarım tıpkı kökler gibi olmalı: Sessizce işlerini yapmaya devam edip, kendilerini değiştirip, ilgilenen kim olursa onu değiştirip; değişim yaratabilecek metotları yaymalı, küçük havuzlar, küçük gruplar, küçük komünler ve ne zaman mümkün olursa da daha büyük komünler yaratmalıdır. Fakat bırak tüm bu şey çok sessizce, herhangi bir karmaşa yaratmaksızın gerçekleşsin.

Birey sadece toplum ölürse var olabilir; ikisi birlikte var olamaz. Toplumun ölmesi için zaman gelmiştir ve biz birlikteliğin resmi olmayan, daha çok kalbe ait olan yollarını bulacağız. Aile bunu önler. Aile her çocuğun etrafında sınırlar çizer. Der ki; "Ben senin babanım o nedenle sev beni. Ben senin annenim o nedenle sev beni. Senin ailen bu. Eğer gerek olursa kendini ailen için feda et." Aynı fikir daha büyük bir ölçekte ulusa yansıtılır: "Senin ulusun bu. Eğer sana ihtiyaç duyarsa, kendini feda et." Aile, toplum, ulus...giderek büyüyen aynı fikirdir o.

O nedenle benim en temel eleştirim aileye yöneliktir. Aile tüm problemlerin kökenidir. Yoksulluğumuz, hastalığımız, deliliğimiz, boş oluşumuz, sevgisizliğimiz; sebep ailedir. Ve tüm koşullanmalarımızın nedeni ailedir. En başından itibaren senin zihnini koşullandırmaya başlar: "Sen bir Yahudi'sin, sen bir Hıristiyan'sın, sen bir Hindu'sun, sen şusun ve sen busun" ve zavallı çocuk senin ne saçmalıklardan bahsettiğini bilmez.

Bir haham ve bir piskopos hakkında şu hikâyeyi duymuştum:

Onlar karşılıklı yaşıyorlarmış ve doğal olarak da sürekli bir biçimde her şey hakkında rekabet ediyorlarmış. Onların saygıdeğer dinlerinin prestijiymiş söz konusu olan.

Bir sabah haham piskoposun yeni bir arabası olduğunu görmüş: "Ne yapıyorsun?" diye sormuş.

Piskopos arabanın üzerine su döküyormuş. "Onu vaftiz ediyorum. Yeni bir araba aldım, bir Cadillac" demiş.

Hahamın kalbi kırılmış. Kapısının önünde, kendi gözlerinin önünde bir araba Hıristiyan yapılıyormuş!

Ertesi gün piskopos dışarı çıktığında şaşırmış. Hahama, "Ne yapıyorsun?" diye sormuş.

Güzel bir Rolls Royce orada duruyor ve haham da onun egzoz borusunu kesiyormuş. "Rolls Royce'umu sünnet ediyorum. O artık bir Yahudi" demiş.

Her çocuğa yaptıkları şey budur. Ve her çocuk bir Cadillac ve bir Rolls Royce kadar masumdur; ona ne yapıldığını bilmez.

Tüm koşullanmaların zemini ailedir; o sana tüm geçmişi ve tüm ağırlığı; yüzlerce yıldır yanlış olduğu kanıtlanmış tüm şu şeyleri miras olarak bırakır. Sen tüm bu yanlış şeylerle yüklenirsin ve senin zihnin onun karşıtı olan yeni her şeye kapalıdır ve engel teşkil eder. Senin zihnin basitçe yanlış şeylerle doludur.

Şayet çocuklar komünün kollarında olursa...ben bunu denedim ve son derece başarılı buldum. Çocuklar daha mutlular çünkü daha özgürler. Hiçbir koşullanma üzerlerine damgalanmaz; onlar daha erken olgunlaşır ve hiç kimse onları bağımlı kılmaya çalışmadığından daha bağımsız olurlar. Hiç kimse onlara yardım etmek için yollarına çıkmaz, o nedenle onlar da kendi kendilerine yardım etmek zorunda kalırlar. Bu olgunluk, netlik, belirli bir dayanıklılık getirir. Ve onların hepsi meditasyon yapıyor: Meditasyon koşullanma değildir; o sessiz bir şekilde bir şey yapmadan, sadece sessizlikten; gecenin sessizliğinden, sabahın erken saatlerinin sessizliğinden zevk alarak basitçe oturmaktır...ve yavaş, yavaş senin içsel varlığını kaplayan sessizliğinle tanışacaksın. O zaman gözlerini kapattığın anda dipsiz bir gölün sessizliğine düşersin. Ve bu sessizliğin içinden her an tazelenmiş çıkarsın. Bu sessizliğin içinden senin sevgin, senin güzelliğin, gözlerine özel bir derinlik; varlığına özel bir aura, bireyselliğine bir güç ve kendine saygı gelir.

Bir tarafta bireysel özgürlük ve otorite diğer tarafta otoriterlik ve diktatörlük insanın hayatını ve onun özlemlerini harekete geçiriyor lütfen bunun hakkında yorumda bulunur musun?

Bu aynı problemdir, farklı şekilde sorulmuş aynı sorudur. Toplum otoriterdir; kilise otoriterdir; eğitim sistemi otoriterdir. Hepsi der ki, "Biz ne dersek doğrudur ve onu sorgulamana gerek yoktur. Sen sadece onu takip et."

Ve problemler vardır, örneğin eğitim sistemi. Ben öğrencilik yaptım, ben bir profesördüm ve biliyorum ki bir kişinin hayatının en iyi kısmı okullardaki, kolejlerdeki, üniversitelerdeki otoriter insanlar tarafından harap edilir.

Pek çok kolejden hiçbir otoriterliği kabul edemediğim gibi basit bir neden yüzünden atıldım. "Kanıtlayın ve onu kabul etmeye hazırım. Ancak kanıtlanmadan onun için doğru gerekçeler verilmeden, rasyonel bir açıklama haline getirmeden onu kabul etmeyeceğim" dedim. Ve ben her sınıfta mücadele ediyordum çünkü her sınıfta öğretmenler sadece ders veriyordu. Öğrenciler not alıyordu çünkü ihtiyaç duyulan tek şey öğretmenin onlara söylemiş olduğu şeyi sınavda tekrar etmekti. Ve ne kadar tam bir papağan gibi tekrar edersen o kadar iyi not alırsın.

Ancak bu profesörler küçücük şeyleri kanıtlamakta dahi zorlandılar ve bu onları utandırdı. Bu her gün mevzu oldu. Söyledikleri herhangi bir şeyde hemen ayağa kalkıp sorgulardım —ve konuyla alakalı sorular soruyordum— "hangi temele dayanarak..."

Örneğin dinleri öğreten profesörlerden birisi Vedalar'ın —kutsal Hindu metinleri— Tanrı tarafından yazıldığını söyledi. Protesto etmek zorundaydım. "Karşı çıkıyorum. Her şeyden önce Tanrı'nın varlığını dahi kanıtlayamamış durumdasınız. İkinci olarak da saçmalıkla dolu bu kitapların Tanrı tarafından yazıldığını söylüyorsunuz. Siz hiç Vedalar'a baktınız mı?" dedim. "Siz hiç ilk sayfasından son sayfasına kadar okudunuz mu?" diye sordum. Dört tane büyük ciltli Vedalar vardır. "Dördünü de yanımda getirdim ve rasgele açıp okuyabilirim ve bırakalım bu ifadeleri, Tanrı'nın yazıp yazmadığına tüm sınıf karar versin." Vedalar dualarla doludur. Şimdi, Tanrı dua edemez; kime dua edecek? Ve böylesine saçma sapan şeyler için edilen duaların Tanrı tarafından yazıldığını söylemek basitçe komiktir. Bir Brahmin dua ediyor, "Tüm ayinleri sürekli yapmaktayım, kutsal metinlere göre yaşıyorum ve sen hâlâ bana bir çocuk vermedin. Bana bir çocuk ver; bu benim dualarımın duyulduğunun bir kanıtı olacaktır."

"Bu pasajları Tanrı nasıl yazmış olabilir? Bu bir kimse tarafından yazılmıştır ve Tanrı'ya hitap edilmiştir. Ancak bu Tanrı'nın kendisi tarafından yazılmış olamaz. Ve şayet Tanrı'nın durumu buysa, o zaman bu zavallı adama yüklenmemeliyiz. Tanrı başka birisinden bir çocuk istiyor, o halde niçin biz de aynı kaynaktan istekte bulunmayalım? Niçin bu zavallı adamı rahatsız edelim?" diye sordum ona.

Sonuç olarak bütün kolejler beni reddedecekti. Onların cevabı buydu. Müdür bana, "Üzgünüz. Senin haklı olduğunu biliyoruz ama koleji idare etmek zorundayız. Sen tüm kurumu yok edeceksin. Profesörler istifa etmekle tehdit ediyor, öğrenciler senin profesörlerin öğretmesine izin vermediğini söylüyor çünkü tek bir noktada, her gün, bütün bir ders kayboluyor. Sekiz ay geçti ve şayet aynı şekilde devam ederse önümüzdeki iki ayda bu ders konuları bitmemiş olacak.

Onlar buraya sınavları vermek için geldiler; onlar hakikatle ilgilenmiyorlar, onlar herhangi bir iddianın geçerliliği ile ilgilenmiyorlar. Burada olmanın tek nedeni bir diploma almak ve sen garip bir insansın; öyle görünüyor ki sen diplomalarla ilgili değilsin" dedi.

Ben de, "Diplomalarla hiç ilgilenmiyorum. Hiçbir şey bilmeyen bu profesörlerden alınacak diplomalarla ne yapacağım? Bu insanları beni sınava sokacak kişiler olarak görmüyorum. Bana diplomayı verdiğiniz gün, onu hemen sizin önünüzde yırtacağım çünkü bu insanlar en basit soruyu dahi yanıtlayamıyorlar" dedim.

Ancak tüm sistem bu şekilde işlemektedir. Ben kendim bir profesör olduğumda yeni bir düzenleme yapmam gerekti. Düzenleme şuydu: Kırk dakikalık dersin ilk yirmi dakikasında okutulan kitabın metnini aynen yazıldığı gibi öğretiyordum ve yirmi dakika boyunca da onu eleştiriyordum. Öğrencilerim, "Delireceğiz!" dediler.

"Bu sizin probleminiz; ama ben bu söylenenlerin eleştirilmeden kalmasına izin veremem. Seçebilirsiniz; sınav olduğunda hangisini isterseniz yazabilirsiniz. Şayet kalmak istiyorsanız benim söylediğim kısmı seçin. Eğer geçmek isterseniz ilk kısmı seçin. Ben bunu açıkça ifade ediyorum; kimseyi kandırmıyorum; fakat sizleri kesinlikle yanlış olduğunu düşündüğüm şeyleri öğreterek kandıramam" dedim.

Sonunda rektör beni yanına çağırdı ve bana, "Bu garip bir öğretme tarzı. Her gün zamanının yarısında dersi öğretiyor ve diğer yarısında da onlara öğretmiş olduğun dersi tamamen yok eden kendi iddiaların olduğunu duyuyorum. Bu durumda onlar sınıftan çıkarken geldikleri kadar boş olarak çıkıyorlar... aslında daha da karışmış olarak!" dedi.

"Ben kimse hakkında endişelenmiyorum. Ben bir öğrenci iken öğrenci olduğum tüm yıllar boyunca bana ne yaptılar? Bir kolejden diğerine sürüldüm. Ve bir gün gelip tanımlanan derse haksızlık edip etmediğimi dinleyebilirsiniz. Açık olmak gerekirse müfredattaki dersi mümkün olduğu kadar tam bir şekilde öğretiyorum" dedim.

Bir gün geldi ve dersi dinledi ve yirmi dakika sonra, "Bu gerçekten muhteşem. Ben de bir felsefe öğrencisi idim fakat hiç kimse bana bu şekilde öğretmemişti" dedi.

"Bu dersin sadece yarısı. Sadece bekleyin çünkü şimdi onu adım adım yok edeceğim" dedim.

Ve ben onu tamamen yok ettiğimde, "Aman Tanrım! Şimdi zavallı öğrencilerin bana söylediklerini anlayabiliyorum. Senin bu türden bir kurumda profesör olmaman gerekir. Yaptığın şeyin kesinlikle dürüstlük olduğunu anlayabiliyorum ama bu sistem zeki insanlar yaratmıyor; bu sistem sadece iyi hafızaya sahip insanlar yaratıyor ve ihtiyaç olan şey de bu. Bizim memurlara ihtiyacımız var, bizim bürokratlara ihtiyacımız var ve bu işler zekâ değil iyi bir hafızaya ihtiyaç duyar" dedi.

"Diğer bir deyişle sizin insanlara değil bilgisayarlara ihtiyacınız var. Eğer eğitim sisteminiz buysa o zaman er ya da geç insanları bilgisayarlarla değiştireceksiniz" dedim. Ve onların yaptığı şey de budur. Her yerde önemli pozisyonları bilgisayarlarla değiştiriyorlar çünkü bilgisayarlar daha güvenilirdir. Onlar sadece hafızadır, zekâ yoktur.

Ne kadar bastırılmış olursa olsun bir insanoğlu belirli bir zekâya sahiptir.

Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombasını atan adam... şayet o bir bilgisayar olsaydı hiçbir sorun olmazdı: tam saatinde, tam sırasında bombayı atar ve geri dönerdi. O tamamıyla mekanik olurdu. Ancak onun zekâsını ne kadar yok etmiş olursan ol bombayı atan adam yaptığı şey hakkında bir kez daha düşünmek zorunda kaldı. Tamamıyla masum, sivillerden oluşan, asker olmayan, hiç kimseye bir zararı dokunmamış yüz bin insanı öldürmek; doğru mudur?

Artık her yerde tüm nükleer silahlar insanların ellerinde değil bilgisayarların ellerindedir. Üçüncü dünya savaşında bilgisayarlar savaşacak. İnsanlar öldürülecek; bu başka bir konudur. Bilgisayarlar insanların hayatta kalmasını ya da yok olmasını umursamaz; bu onları bağlamaz. Ancak onlar bir insanın yapamayacağı işi tam olarak ve verimli bir şekilde yapacaktır. Bir insan insanlığın tümünü yok ederken şüphe duyabilir. Zekâsı olan bir şey, birazcık zekâsı olan bir şey, "Ne yapıyorum?" sorusunu yaratmak için yeterlidir.

Tüm kurumlarımız, dinlerimiz otoriterdir. Onlar sana nedeni söylemez: "Kitapta yazdığı için, İsa öyle söylediği için, sadece yap." İsa onun niçin yapılması gerektiğine ilişkin tek bir gerekçe vermemiştir; o kendi doktrinleri için tek bir rasyonel temel vermemiştir. Ne Musa ne de Krishna bunu yapmamıştır.

Krishna Arjuna'ya basitçe şöyle der: "Bu Tanrı'dandır: Savaşmak zorundasın" otoriterlik budur. Her durumda söylediğin her şeyin, her ne olursa olsun kesinlikle sorgulanamaz olması için Tanrı kullanılır, maniple edilir.

Dünyadaki tüm otoriterliği yok etmeliyiz.

Otorite tamamen farklıdır. Otoriterlik toplumla, kilise ile bağlantılıdır; otorite bireysel fark edişle ilgili bir şeydir.

Sana bir şey söylersem, otorite ile söylerim. Bu basitçe şu anlama gelir, bunu söylüyorum çünkü o benim deneyimimdi; ancak bu senin ona inanmak zorunda olduğun anlamına gelmez. Onu dinlemiş olman yeterlidir; artık onun üzerinde düşünebilir, onun yanında ya da karşısında olmaya karar verebilirsin.

Benim için önemli olan şey onun yanında olmaya karar vermen değildir; benim için önemli olan şey senin kendi başına karar vermendir. Senin kararın onun karşısında olabilir, bu önemli değildir fakat karar senin kendi varlığından gelmelidir. Şayet o senin varlığından gelmezse o zaman sen beni otoriter yapıyorsun.

Ben kendi otoritemden konuşuyorum. Lütfen beni bir otoriter haline getirme çünkü ben gerçeği, basitçe mümkün olan en büyük kuvvetle ve ateşli bir şekilde ifade ediyorum. Bu sayede o senin için kesinlikle netleşir ve artık sen karar vermekte özgürsündür. Ben senin için karar vermiyorum ve senin bana inanmanı ya da iman etmeni istemiyorum.

Ben sadece, "Bana bir şans tanı. Söylediğim şeyi bir düşün" diyorum. Ve sen onun hakkında düşündüğün için sana minnet duyacağım. Bu yeterlidir. Senin düşüncen sana daha keskin bir zekâ verecektir... ve ben zekâya güveniyorum. Düşünürsen ve zekâ keskinleşirse senin varacağın sonucun ne olursa olsun doğru olacağını biliyorum.

Ve şayet bir kez senin sonucun yanlış olsa bile bunun önemi yoktur. Kişi pek çok kez düşmeli ve yeniden kalkmalıdır. Hayat budur. Kişi hatalar yapmalı ve onlardan ders almalıdır ve her yolunu kapatan kayayı bir atlama taşına dönüştürmelidir.

Fakat benim çevremde inanç ya da iman meselesi yoktur. Bireysel özgürlük ile birlikte otoriterlik ölür ve yeni bir güç doğar: Otorite. Her bireyin kendi deneyimlerini yaşayacak kapasitesi vardır; o zaman onun otoritesi vardır, o zaman o, "Onu gördüm. Onu tattım. Ondan hoşlandım. Onunla dans

ettim. Ve ben birtakım kutsal metinlerden alıntı yapmıyorum, basitçe kalbimi sana açıyorum" diyebilir. Otorite deneyime aittir.

Otoriterlik başka birisine aittir sana değil; o yüzden de o özgürlük değil kölelik yaratır. Ve benim için özgürlük nihai değerdir çünkü sadece özgürlüğün içerisinde çiçek açabilirsin ve potansiyelinin tamamı çiçek açabilir.

Toplum insanın varlığı tarafından belirlenmiş gerçek bir olgu mudur yoksa o sahte bir kavram, sadece insan uykuda olduğu için var olan bir durum mudur?

Toplum varoluşsal bir gerçeklik değildir. O, insan uykuda olduğu için, insan kaos içinde olduğu için, insan ahlaksızlığa dönüştürmeden özgürlüğe sahip olamadığı için insan tarafından yaratılmıştır. İnsanın özgürlüğe sahip olup da ondan çıkar sağlamama gücü yoktur. O yüzden o insanın yapay —ama gerekli— bir yaratımıdır.

Toplum yapay olduğu için dağılabilir. Bir kez gerekli olduğu için bu onun sonsuza dek gerekli olacağı anlamına gelmez. İnsan sadece onu gerekli kılan koşulları değiştirmek durumundadır. Ve onun varoluşsal olmaması iyidir, aksi taktirde ondan kurtulmanın hiçbir yolu olmazdı.

O bizim kendi ürettiğimiz bir şeydir. Onu ne zaman istersek yok edebiliriz.

Nasıl birbiri ile savaşan tekil egoların barbarlığına kapılmadan kolektifliğin, ulusların dışına doğru evrim geçirmeli?

Tüm soruların tek bir şey üzerinde odaklanıyor. Ben sana sadece tek bir cevap vermek istiyorum.

Bir meseli hatırladım. Büyük bir usta deniz kıyısında, kumsalda oturuyordu. Ve hakikati arayan bir adam ona geldi, ayaklarına dokundu ve "Şayet sizi rahatsız etmiyorsam hakikati bulmama yardım edecek ne önerirseniz yapmak isterim" dedi.

Usta, basitçe gözlerini kapattı ve sessiz kaldı.

Adam başını salladı, içinden, "Bu adam delirmiş olmalı. Ben ona bir soru soruyorum o ise gözlerini kapatıyor" dedi. Adamı salladı ve "Soruma ne oldu?" diye sordu.

"Cevapladım, onu cevapladım. Sadece sessizce otur... hiçbir şey yapma ve çimen kendiliğinden büyür. Onun için endişelenmene gerek yok; her şey gerçekleşecek. Sen sadece sessizce otur, sessizliğin tadını çıkart."

Adam, "Ona bir isim verebilir misiniz? Çünkü insanlar bana soruyor 'ne yapıyorsun?' diye" dedi.

Bunun üzerine parmağı ile kumun üstüne "Meditasyon" yazdı.

Adam "Bu çok kısa bir cevap. Biraz daha ayrıntılı cevap verebilir misin?"

Usta, büyük harflerle MEDİTASYON yazdı. "Ama bunlar sadece büyük harfler, aynı şeyi yazıyorsun" dedi.

Usta, "Eğer bundan daha çok şey söylersem o zaman yanlış olacak. Eğer anlayabilirsen o zaman sadece sana söylediğim şeyi yap ve bileceksin" dedi.

Ve benim cevabım da budur.

Her birey bir meditasyoncu, sessiz bir izleyici olmalıdır. Bu sayede kendisini keşfedebilir. Ve bu keşif onun etrafındaki her şeyi değiştirecektir. Ve şayet biz pek çok insanı meditasyon aracılığıyla değiştirebilirsek yeni bir dünya yaratabiliriz.

Pek çok insan yüzyıllardır yeni bir dünya umut ediyor ancak onlar, bunu nasıl yaratacakları hakkında hiçbir fikre sahip değiller. Ben sana onu nasıl yaratacağının kesin bilimini veriyorum. Bu bilimin adı medistasyondur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder