SONSÖZ

HAKİKİ ÖZGÜRLÜK MANEVİDİR

Hakiki özgürlüğün dış dünyayla hiçbir alakası yoktur. Hakiki özgürlük politik, ekonomik değildir; manevidir. Politik özgürlük her an senden alınabilir; ekonomik özgürlük sabah güneşindeki bir çiy tanesi gibi kaybolabilir. Onlar senin elinde değildir. Ve senin ellerinde olmayan bir şeye hakiki özgürlük denemez.

Hakiki özgürlük her zaman manevidir. Onun senin en derinindeki zincire vurulamayan, kelepçelenemeyen ya da hapse atılamayan varlığınla bir ilişkisi vardır.

Evet, bedenin tüm bunlardan acı çekebilir ama özünde ruhun özgürdür. Onu talep etmek zorunda değilsin ve onun için mücadele etmek zorunda değilsin. O tam şu an zaten mevcuttur. Şayet içe doğru dönersen tüm zincirler, tüm hapishaneler, her çeşidinden esaret —ki pek çoğu mevcuttur— kaybolur. Özgürlük tektir; esaret pek çoktur: tıpkı hakikatin tek, yalanların da binlerce olabileceği gibi.

Özgürlüğün özündeki yapısında tam olarak ne vardır: geçmişten özgür olman, gelecekten özgür olman vardır. Seni geçmişe bağlayan, seni sürekli geriye doğru sürükleyen hatıralar yok; bu varoluşa karşı olmaktır, hiçbir şey geriye doğru gitmez. Ve senin özgürlüğün hayallerinden geliyor; arzular, özlemler seni geleceğe doğru sürüklüyor.

Ne geçmiş mevcuttur ne de gelecek mevcuttur. Ellerinde tuttuğun tek şey şimdidir. Ve şimdide yaşayan, geçmişin ve geleceğin ağırlığından kurtulmuş kişi özgürlüğün tadını bilir. Zincirler —anıların zincirleri, arzuların zincirleri— yoktur. Bunlar senin ruhunu bağlayan gerçek zincirlerdir ve asla sana ait olan anı yaşamana izin vermezler.

Bana sorulacak olursa, meditasyon halindeki bir zihin olmadan kişinin hiçbir şekilde özgür olamayacağını görüyorum.

Batı'da cennet olarak bilinen şey Hindistan'da moksha olarak bilinir. Moksha "özgürlük" demektir. İngilizce'si paradise olan cennet sözcüğünün anlamı duvarla örülmüş bir bahçe olan, Farsça phridaus kökünden gelir. Ancak unutma ki o duvarlı bir bahçedir: o bir bahçe olabilir ama bir hapishanedir.

İncil’deki hikâye der ki, Tanrı Adem ve Havva'dan rahatsız olduğu için onları Cennet Bahçesi'nden kovmuştur. Neyin içine? Nereye? Bana sorarsan bu lanet en büyük özgürlüğü, en büyük Iütufu saklıyordu. Adem ve Havva hapishaneden salıverildi ve bu da insanlığın başlangıcıydı. Artık tüm yeryüzü ve tüm gökyüzü onlarındı ve bununla ne yapacakları onlara kalmıştı. Onların özgür bir dünya yaratamamış olmaları üzüntü verici. Her millet yine duvarla örülü bir hapishaneye dönüştü, duvarla örülü bir bahçeye bile değil.

Küçük bir okulda din öğretmeni çocuklara İncil'deki dünyanın başlangıcıyla ilgili konuşma yapıyordu. Küçük bir oğlan soru sormak için elini kaldırdı. Öğretmen, "Sorun nedir?" diye sordu.

"Sorum şu, İncil der ki Tanrı Adem ile Havva'yı cennetten sürdü. Hangi model arabayı kullanıyordu?" dedi.

O bir Ford olmalıydı; T-Model denilen ilk model. Ve sanıyorum şu zavallı Tanrı hâlâ —hiçbir tamirci olmadan— T-Model bir Ford kullanıyor çünkü ne oğlu İsa Mesih bir tamircidir ne Kutsal Ruh, ne de kendisi.

Hıristiyanlık Tanrı'nın insanı cezalandırdığını düşünüyor. Benim anlayışım ve kavrayışım ise diyor ki Tanrı onları cezalandırdığını düşünmüş olabilir ama gerçekte Tanrı hâlâ duvarlarla örülü bir bahçede hapis kalmış durumdadır. Ve onun insanı özgüleştirmesi kılık değiştirmiş bir lütuftur. Onun niyeti iyi değildi ama sonuç tüm insanlığın evrimi oldu. Ve şayet evrim gitmesi gerektiği kadar hızlı gitmiyorsa yine bu Tanrı onu engellediği, tüm dinlerin din adamları onu engellediği içindir.

Galileo Dünyanın etrafında dönenin Güneş olmadığını, onun bir gerçeklik değil bir görüntü olduğunu bulduğunda; gerçeğin bunun tam tersi olduğunu, Dünyanın Güneşin etrafında döndüğünü bulduğunda, nedenlerini, kanıtlarını, bulgularını, iddialarını açıkladığı bir makale yazdı. O çok yaşlıydı —yetmiş ya da yetmiş beş— ve hastaydı, yatalaktı, ölmek üzereydi. Ancak Hıristiyanların sevgisi öyle bir şeydir ki kiliseyi temsil eden insanlar onu yatağından alıp sürükleyerek papanın mahkemesine götürdüler.

Papa, "Sen en büyük suçu işledin çünkü İncil'de yazdığı ve herkesin de bildiği gibi Güneş Dünyanın etrafında döner. Ya fikrini değiştirirsin ya da cezan ölüm olur" dedi.

Galileo bu ihtiyar yaşında, hasta ve ölüm döşeğindeyken bile son derece güzel bir adam, espri anlayışı olan bir adam olmalı. "Kutsal efendimiz sorun yoktur. Sizin söylediğinizi yazabilirim. Size net olarak ifade etmek istediğim bir şey var sadece; benim yazdığım şey ne Güneş tarafından ne de Dünya tarafından okunmayacaktır. Onlar her zaman yaptıkları gibi aynen eski yöntemleriyle devam edeceklerdir. Dünya Güneşin etrafında dönmeye devam edecektir. Kitabımı yakabilirsiniz ya da ben paragrafı değiştirebilirim" dedi.

Papa, "Sen paragrafı değiştir" dedi.

Paragrafı değiştirip şunu yazdı: "İncil'e göre ve papaya göre ve sıradan insanlığa göre Güneş Dünyanın etrafında dönmektedir." Ve dipnotta da, "Hakikat tam tersidir. Ben bir şey yapamam; Dünyayı ve Güneşi İncil'e uymaya ikna edemem. Onlar Hıristiyan değildir" diye yazdı. Dipnot ancak onun ölümünden sonra keşfedildi; yoksa İsa'nın çarmıha gerilmesiyle ilgili olarak bir sürü tantana koparan Hıristiyanlar tarafından çarmıha gerilmiş olurdu.

Hindistan'daki en etkin Hıristiyan misyonerlerinden biri olan Stanley Jones ile konuşuyordum, ve ona sordum: "Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden papa bu kadar ısrarcıydı? Şayet bilim bunu keşfettiyse, İncil düzeltilmeliydi."

Stanley Jones, "Bunun çok büyük etkileri olurdu. Şayet İncil'deki tek bir ifade yanlış ise, o zaman diğer ifadelerin doğru olduğunun garantisi nedir?" dedi. İncil kutsal bir kitaptır, doğrudan Tanrı'dan gelir. Ondaki hiçbir şey değiştirilemez, hiçbir şey çıkarılamaz, hiçbir şey eklenemez. Ve son üç yüz yılda insan İncil'e uymayan çok fazla şey bulmuştur.

Aslında sen bilinçte geliştikçe, iki bin yıl önce, beş bin yıl önce yazılmış olan şeyin sürekli olarak geliştirilmesi gerektiğini bulman kaçınılmazdır. Gözden geçirilmiş yeni baskılar üretilmelidir. Ancak dinlerde eksik olan şey cesarettir; hakikatin yanında olma cesareti. Ve bu sadece Hıristiyanlarda değil, Hindularda, Müslümanlarda, Yahudilerde, Budistlerde, Jainalarda da geçerlidir. Zihniyette hiçbir farklılık yoktur.

Özgür bir insan geçmişten özgürdür. Ve özgür bir insan gelecekten de özgürdür çünkü bir sonraki an ne olacağını bilmiyorsun. Nasıl arzulamaya devam edebilirsin?

Yaşlı bir adam ölmekteydi. Başka evlerde yaşamakta olan dört oğlu da son derece zengin insanlardı. Babalarının ölmekte olduğunu duyunca hemen ona koştular.

Baba ölüyordu, yatağında son nefeslerini alıyordu ve yatağının kenarında oturan oğulları onun cesedini mezarlığa nasıl götüreceklerini tartışmaya başladılar. Babaları değildi umursadıkları; birkaç dakika daha ve sonsuza dek gitmiş olacaktı; bir daha buluşmaları ya da birbirlerini tanımaları mümkün olmayacaktı...ama bu onların umurunda değildi. Onların umursadıkları şey, "Öldüğünde cesedini nasıl taşıyacaklar" idi.

En genç oğlu, "O her zaman bir Rolls Rolyce'u olsun istemişti. Ve onun yeterince parası var ve bizim yeterince paramız var; o halde gereksiz yere acı çekmesine ve bu masum arzusunu bastırmaya gerek yok. O yüzden onun cesedini mezarlığa götürecek bir Rolls Royce getirebiliriz. Yaşarken birine sahip olma fırsatını kaçırdı ama en azından ölümünde Rolls Royce'u olsun" dedi.

İkinci oğul, "Sen daha çok gençsin ve parayla ilgili işlerden anlamıyorsun. Bu tamamen israftır. O öldü; onu bir Rolls Royce ile yahut bir kamyonla götürmek onun için fark etmez. Bundan haberi olamayacak, o halde niye parayı israf edelim?" dedi. Ve aslında bir Rolls Royce kiralamak pek de büyük bir para değildi. Onu satın almak söz konusu değildi. "Benim önerim ucuz bir kamyonun da en azından bir Rolls Royce kadar iş göreceğidir; ölü için hiç fark etmez" dedi.

Üçüncü çocuk, "Sen de hâlâ olgunlaşmamışsın. Belediye çöpçüleri herhangi bir dilenci öldüğünde onu bedavaya taşımıyor mu, niçin bir kamyonla uğraşıyorsun ki? Sadece onu yola bırak! Sabah olduğunda belediye kamyonu, tüm çöplerle birlikte onu da bedavaya alacaktır. Ona bedava bir yolculuk sağla! Ve ölmüş bir adam için ha belediye çöp kamyonu olmuş, ha kamyonet olmuş, ha Rolls Royce olmuş ne fark eder?" dedi.

Tam o an yaşlı adam gözlerini açtı ve "Ayakkabılarım nerede?" dedi. Şaşırmışlardı, "Ayakkabılarla ne yapacaksın? Öleceksin" dediler.

"Hâlâ yaşıyorum ve belki de birkaç nefesim daha vardır. Sadece ayakkabılarımı getirin siz; mezarlığa yürüyeceğim. Bu en sağlıklı ve ucuz yöntem. Hepiniz tutumsuz, müsriflersiniz" dedi.

İnsanlar paraya sahip olabilir ve para onların kelepçesi haline gelir. İnsanların prestiji olabilir ve prestijleri onların kelepçeleri haline gelir. Görünen o ki insanlığın tüm geçmişi nasıl daha iyi zincirler geliştireceği üzerinedir, ancak bir zincir altından bile yapılsa yine de zincirdir. Dışarıdaki özgürlük politikacıların tüm insanlığa yaptığı sürekli bir aldatmacadır.

Özgürlük senin bireysel işindir. O bütünüyle özneldir. Şayet geçmişin tüm pisliğini ve geleceğin tüm arzularını ve hırslarını fırlatıp atarsan, tam şu an özgürsün; tıpkı kanatlanmış kuşlar gibi, tüm gökyüzü senindir. Belki de gökyüzü dahi sınır değildir.

Ancak insan kendi mutsuzluğuna öylesine âşıktır ki özgürlük düşüncesini anlayamaz; çünkü özgür olmak mutsuzluktan özgürleşmekti!. Ve görünen o ki insan özgür olmaktan korkar. En azından şikâyetleri ve duaları için gökte bir baba olsun ister. Gökte onu kollaması için, Tanrı olarak bir babaya ihtiyaç duyar. Tanrı olmadan o kaybolmuş bir çocuk gibi hisseder. Bu psikolojik olarak bir baba saplantısıdır. Bir baba figürüne ihtiyaç duyduğun için seni kollayacak olan bir Tanrı icat edersin. O, dolaylı biçimde kendine ibadet edebilmenin bir yöntemi olarak senin yaptığın bir icattır. Daha basiti bir ayna koyup önünde durarak ellerini kaldırıp herhangi bir türden —Sanskritçe, Arapça, Yunanca, Latince, İbranice— dua okumaktır. Bildiğin bir dili kullanma çünkü dili bilirsen duan çok sıradan görünür. Dili bilmediğinde bu daha gizemli kılar.

Senin ibadetin tıpkı kendilerini insanlıktan esarete indirgemiş olan zorbaya şükran duyan köleler gibidir. Ve o onları her an öldürebilir çünkü köle bir maldır, kişi değil. Binlerce yılın pek çok çeşit köleliği seni —senin doğuştan sahip olduğun bir hak ve nihai mutluluğun olan— özgür olmaktan ölesiye korkutmuştur. Senin sözde tapınakların, sinagogların, camilerin, kiliselerin özgürlüğün simgesi değildir, onlar senin esaretinin, ölmüş zorbalarının simgesidir. Ancak zeki insanlar bile aynı şeyi yapmaya devam ediyor. İnsanın körlüğü anlaşılan o ki sınırsızdır.

O nedenle, binlerce yıl zincirlenmiş, kelepçelenmiş kaldıktan sonra, bunların birer ziynet eşyası olduğuna, bunun Tanrı'nın isteği olduğuna inanmaya başlamış olmalısın. Anne-baban senin düşmanın olamaz. Eğer onlar seni kiliseye ya da tapınağa götürüyorsa seni sevdiklerindendir. Ancak gerçek odur ki onlar seni oraya götürür çünkü onları da kendi anne-babaları oraya götürmüştür. Bu robot gibi, mekanik olarak işleyen bir süreçtir. Ve yavaş, yavaş kölelik senin kanına, senin kemiğine, ta iliğine işledi.

Bu yüzden şayet birisi Krishna'ya karşı bir şey söylerse onunla savaşmaya hazırsındır: o senin —sadece bir kölelikten ibaret olan—Tanrı'nın aleyhinde konuşmuştur. Şayet birisi İsa hakkında ters şeyler söylerse hemen sinirlenirsin; o senin Tanrı'na karşı geliyor; ancak o sadece senin zincirlerine karşı çıkıyor.

Dünyadaki tüm ülkeler, dünyadaki tüm dinler tarafından kınanmamın nedeni budur: çünkü ben köleliğe karşı çıkıyorum. O parlatılmış, dekore edilmiştir ve onlar her zaman onun içinde yaşamışlardır. Onların ebeveynleri ve ebeveynlerinin ebeveynleri...kölelerden oluşan uzun bir sıra. Nasıl miraslarından vazgeçsinler? Miras olarak edindiğin şey kölelikten başka bir şey değildir. Ve sen onu ciddiye alamasan bile, o hâlâ ciddidir.

Bir gün hahamlar sinagogları hakkında konuşuyorlarmış. İlk haham demiş ki: "Benim sinagogum en gelişmiş olandır çünkü ben vaaz verirken insanların sigara içmesine, konuşmasına, dedikodu yapmasına izin verilir. Onlara tam bir özgürlük verdim."

Diğer iki haham kahkahayı basmış. İkincisi, "Sen buna gelişme mi diyorsun? Benim sinagoguma gel. Onlara içki içme izni verdim ve onlar sarhoş olduklarında bağırırlar, çığlık atarlar, kavga ederler ama ben vaazıma devam ederim. Özgürlük budur" demiş.

Bir sinagogda kadınlar ve erkekler birlikte oturamazlar; aralarında bir perde vardır. Ve ikinci haham ayrıca, "Perde kaldırıldı. Artık erkek ve kadınlar beraber oturuyor....oturduğun karın mı değil mi karışmıyorum bile. Hatta sevgililerin her türlü sevgi gösterilerine —öpüşmek, sarılmak— izin var ve benim vaazım devam eder. Biz özgürlük çağına girdik" demiş.

Üçüncü haham: "Her ikiniz de ahmaksınız. Benim sinagoguma arada bir uğramalısınız. Sinagogun önüne her kutsal Yahudi gününde sinagogun kapalı kalacağını yazan bir levha koydum. Özgürlük budur. Niye insanların vaktini boşa harcayalım? En azından bırakalım tatillerde her türden eğlence onların olsun."

Ancak bunlar özgürlük değildir. Onlar hâlâ Yahudi. Yahudiliğini, Hinduluğunu, Jainalığını, Müslümanlığını bırakmadığın sürece, geçmişten tamamen temizlenmediğin, ölüler tarafından hükmedilmediğin ve bir daha öngörülemez gelecek tarafından gözün boyanmadığı sürece özgür değilsin. Özgürlük şimdidir ve burasıdır; ne geçmiştir ne gelecektir. Tam şu andır.

Anlayışa sahip bir insan yüklerini bırakır. Ve kalbinde ağırlık yapan tüm zincirler —her ne kadar bu ağırlığa alışmış olsa da— ortadan kalkar.

Ben bunu sana mutlak bir iradeyle söylüyorum çünkü bu benim deneyimimdir. Zincirlerin kaybolduğu an gökyüzü için kanatların gelişmeye başlar. O zaman yıldızlarla dolu, tüm gökyüzü senindir.

Ancak unutma: Özgürlük arzusunun ta kendisi bir prangaya dönüşebilir. Gelecekte yaşadığı basit gerçeği nedeniyle tüm arzular seni prangaya vurur; özgürlük de bunun istisnası değildir. Gerçekten özgür olan birisi kölelik ya da özgürlük hakkında hiçbir şey bilmez; o sadece özgürlüğün tadını çıkarır. Onun varlığının bir niteliğidir bu.

Tüm hedefler gelecekte olmak zorundadır ve gelecekteki bir tatmine yönelik tüm arzular, şimdiki anda yaşadığın mutsuzluğun örtüşüdür. Yarınların sana vaatlerde bulunup duruyor; "Sadece bir gün, geçip gidecek; yarın özgür olacağım." Fakat yarın asla gelmez, hiçbir zaman gelmedi. Asla özgür olmayacaksın. Yarın sadece bir avuntudur. Özgürlük getirmek yerine sana ölüm getirecektir. Ve tüm günlerini bir köle olarak yaşadın çünkü asla şimdiyi umursamadın.

Ben sana şimdinin var olan tek gerçeklik olduğunu söylüyorum. Gelecek senin hayalindir ve geçmiş ise senin hafızandır. Onlar mevcut değildir. Var olan şey şimdiki andır. Şimdiki anda tam olarak uyanık olmak, geçmişten ve gelecekteki bilincini bir araya getirip şimdiki anda toplamak özgürlüğün tadını bilmektir.

Ancak görünen odur ki insan böyle bir tuzağa düşmüştür. O gökteki kuşlar kadar bile ya da ormandaki vahşi hayvanlar kadar bile özgür değildir. Etrafında pek çok prangalar vardır ve bunları kabul etmiştir.

Aslında tam şu an önem verdiğin şey nedir? Şu anki kaygın nedir? Şu anki mutsuzluğun nedir? Bu sessizlikte sen mutlak bir biçimde özgürsün.

Şayet bütün gün boyunca sen rahatsız olduysan ve endişelendiysen ve arzulayıp ve yanıp tutuştuysan ve hayal kırıklığına uğradıysan, gecelerin de kâbusun olacaktır. Fakat eğer her anı kendi içinde bir bütün olarak, yoğun olarak, tam olarak yaşarsan, gecelerin sakin, sessiz, rahat ve huzurlu olacaktır. Bir rüya dahi seni rahatsız etmeyecektir çünkü rüyalar tatmin olmamış, bastırılmış bir hayattan gelir.

Batılı psikologlar, özellikle de psikanalizciler konunun özünü tamamıyla kaçırmışlardır; onlar kaynağını umursamadan rüyaları analiz edip dururlar. Kaynak senin uyanık saatlerindedir; ancak sen din, ahlak, terbiye, görgü kuralları tarafından o kadar çok prangaya vurulmuş, öylesine zindanlara atılmış durumdasın ki yaşayamazsın. Tüm bu yaşanmamış an sana uykun sırasında geri dönecektir çünkü yaşanmamış her şey bilinçaltına kayar. Tam olarak yaşarsan...

Doğu'ya gelip ormanların derinliklerinde yaşayan aborijinleri görmüş olsaydı Freud çok şaşırırdı. Ben onları ziyaret etmiştim: ve en şaşırtıcı şey onların hiç rüya görmemeleridir. Onlar hayatın gerçek derinliğini ve rahatlığını biliyorlar. Doğal olarak da sabah olduğunda daha canlı, daha genç, daha taze oluyorlar. Medeni insan ise tam tersidir. Herhangi bir an sandalyene otur, rahatla ve gözlerini kapa ve bir rüya gezinmeye başlar.

Sen yaşamıyorsun. Sen sadece yaşamayı arzuluyorsun. Bu gecenin sonsuza dek sürmeyip bir zaman sonra bir şafak olması gerektiğini umut ederek, bir gün yaşamak istiyorsun. Ancak köle için bir şafak yoktur. O ışık gibi bir şey olduğunu dahi fark etmeden karanlıkta yaşamak zorundadır.

Sözde hayatını çok fazla normal zannetme. Bu hayat falan değil. Bir devrimden geçmek zorundasın ve bu devrimin politikayla, ekonomiyle hiç alakası yoktur. Onun senin maneviyatınla ve farkındalığın ile bir ilgisi vardır; senin en derindeki özün ışıkla dolduğunda, dışsal ışığın da bunu yansıtmaya başlayacaktır.

Senin eski alışkanlıkların yaşlı ve eski yoldaşların olduğu için seni tekrar ve tekrar esir almak isteyeceklerdir. Ama senin her zaman onları aşmak için farkında olman lazım. Onlar geldiğinde izlemen ve onlara sonsuza dek elveda demen gerek. Bana göre bu sannyas'ın özdeki anlamıdır. O zaman ansızın bu güzel ağaçların...bu güzel güllerin, muhteşem yıldızların parçası olursun; onların hepsi özgürdür.

İnsan dışında dünyada hiçbir esaret yoktur. Ve onun dışına çıkmak zor değildir. Esaretinin sana yapışması söz konusu değildir. Gerçek şudur: sen kendi esaretine yapışıyorsun. Zincirlerin senin sorumluluğundur. Onları sen kabul ettin; onlar oradadır.

Tüm farkındalığınla onlara, "Elveda, uzun süre birlikte olduk. Bu kadarı yeter, ayrılıyoruz" de. Sana özgürlük getirmek için basit bir cevaba gereksinim var ama esaretine tutunmanda bazı çıkarların var.

Üniversitede öğretmendim ve ayın neredeyse yirmi günü şehrin dışında ülkenin her yanına seyahat ediyordum. Bu kadar uzak durmak imkânsızdı; buna rağmen ayın on gününde öğrencilerle dersi tamamlıyorduk. Onlara, "Bir şikâyetiniz var mı?" diye sordum.

Onlar da, "Küçücük bir ders için iki yılın boşa harcandığı gerçeğini gördüğümüz için minnettarız...altı aydan fazlasına ihtiyaç yokmuş" dediler. Ama rektör rahatsız oldu çünkü defalarca benim üniversitede olmadığımı buldu.

Ben kendi tezgâhımı kurdum. Üniversite kampusunun etrafında güzel ağaçlar vardı ama çok gariptir tüm ağaçlar öldü. Gölgesi ve yeşilliği olan sadece tek bir ağaç kalmıştı, o nedenle arabamı ben bu ağacın altına park ediyordum. Kimsenin arabasını oraya park etmemesi gerektiği bilinir hale gelmişti. Bir ya da iki kez insanlar denedi ve ben öğrencilerimi çağırıp arabayı kaldırttım... "Bırak nereye giderse gitsin ama bu yer rezerve edilmiştir." Ben de ne zaman şehrin dışına gitsem, şoförümle arabayı oraya gönderirdim ve rektör penceresinden arabamı ağacın altında görüp orada olduğum için tatmin olurdu.

Bir gün tüm üniversitede tur atarken benim sınıfımın boş olduğunu buldu. Öğrencilere sordu, "Burada olması gerekiyor ve arabası da ağacın altında park etmiş durumda. Aslında ben her zaman şüphe duyuyordum: onun konuşmalarını bazen Kalküta'da, bazen Amritsar'da, bazen de Madras'ta okuyordum ve her zaman kafam karışıyordu; arabası buradaydı."

Arabamı ben kullanırdım ve şoförüme, "Kapıyı kilitle ve bahçede bir iki saat keyfine bak ve sonra da arabayı alıp eve dön" dedim.

"Ne anlamı var ki?" diye sordu.

"Sen endişelenme; bu senin meselen değil" dedim.

Bir gün Madras'tan döndüğümde beni çağırıp, "Göründüğü kadarıyla sen kendi kendinin efendisi olmuşsun. Hiçbir zaman gitmek için izin istemiyorsun, hatta bana bilgi dahi vermiyorsun" dedi.

"Bana bir parça kâğıt verin, "dedim ve istifa ettim.

"Ne yapıyorsun?" dedi.

"Cevabım budur. Öğrencilerim benim yokluğumdan herhangi bir şekilde zarar görüyor mu? Size derslerinin tamamlanmamış olduğunu söylediler mi? Onların iki yılını boşa harcamak tam bir saçmalık. Benim işim onların tüm derslerini öğretmek. Bunu yapmak için kaç gün harcadığımın bir önemi yok" dedim.

Akşamleyin evime geldi ve "Bizi bırakma" dedi.

"Geçmiş geçmiştir ve ben sizin üniversitenize geri dönemem çünkü tüm diplomalarımı yaktım. Geçmişle aramda köprüler istemiyorum. Bu diplomalara bir daha asla ihtiyacım olmayacak. Artık ben eğitilmemiş bir adamım" dedim.

"Hiç kimseye diplomalarla ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim" dedi.

"Önemli olan bu değil. Gerçekten istifa etmek istedim ama sadece bekliyordum; bu sizden gelmeliydi benden değil" dedim.

Babam endişelendi, arkadaşlarım endişelendi. Öğrencilerim gelip "Lütfen istifanızı geri alın" dediler.

"Bu imkânsız. Artık sizin öğretmeniniz olmak için niteliklere sahip değilim" dedim.

Babam bana, "İstifa bile etmiş olsan tüm diplomalarını ve sertifikalarını yakmanın ne alemi vardı" dedi.

"Onları saklamanın ne anlamı var ki? Onları saklamak demek derinde bir yerde arzunun hâlâ orada olduğu anlamına gelir...belki ihtiyacın olur, onlara yapış. Ben artık bana hiçbir şey vermeyen tüm bu eğitimden tamamen özgürüm. Onlar diploma değil yaradır ve ben bu yaraları taşıyıp durmak istemiyorum" dedim.

İki yıl sonra rektör bana sordu: "En azından arada bir gelip tüm üniversiteye bir konuşma yap." Ben de gittim. Beni odasına, penceresinden arabamı park ettiğim yerin göründüğü yere götürdü. "Garip bir olay; sadece bu ağaç yeşildi. Şimdi o da öldü" dedi.

"Hayat gizemlidir. Belki ağaç bana âşık olmuştu çünkü dokuz yıl boyunca arabam orada bekliyordu ve ağaçla aramızda candan bir ilişki vardı" dedim. Sadece oraya arabamı park etmiyordum, her zaman ağaca teşekkür ediyordum. Arada bir şoförüm benimleyken, ben arkada otururken, bana, "Siz gerçekten çılgınsınız; bir ağaca teşekkür etmek mi?" derdi.

"Ağaç çok sevgi dolu. Bu sıradaki tüm ağaçların içinde, o çok güzel bir ağaç," dedim. Kırmızı çiçekli bir gulmarg'dı. Kış geldiğinde yapraklarını görmek zorlaşırdı; o kadar çok çiçek olurdu ki tüm ağaç kırmızı olurdu. Aynı türdeki tüm ağaçlar ölmüştü ama o benimle dokuz yıl canlı kaldı. Şimdi başka birisi arabasını oraya park ediyor ama muhtemelen hiç ağaca teşekkür etmeyi umursamamıştır, ağaca hiç şükran sunmamıştır."

Geçmişten, gelecekten özgürleştiğin an bir ağacın yanında otur, ağaca bir şeyler fısılda ve bir süre sonra sana yanıt verdiğini göreceksin. Elbette onun yanıtı sözcüklerle olmayacaktır; belki üzerine çiçeklerini yağdırır; belki de rüzgârda dans eder. Ve eğer çok yakında oturuyorsan, sırtın ağaca değiyorsa, daha önce hiç hissetmediğin yeni şeyler duyumsamaya başlayacaksın. Ağaç senin için sevgiyle titreşiyor.

Tüm bu varoluş —insanoğlu haricinde— sevgiyle dolu, özgürlükle dolu. Ve bundan senin dışında hiç kimse sorumlu değil. Ve bu seni mutsuz eden şeyleri düzenli bir biçimde bırakmaya benzer bir şey değildir. Pek çok insan bana gelip, "Seni anlıyoruz; mutsuzluklarımızı düzenli bir biçimde, zamanla bırakacağız" der. Ancak kölelik asla düzenli bir biçimde bırakılmaz: ya sen anlamışsındır ve özgürsündür ya da anlamamışsındır ve anlamış gibi rol yapıyorsundur.

Ne özgürlük parçalar halinde gelir, ne de kölelik parçalar halinde gider. Karanlık bir odaya ışık getirdiğinde gördün mü hiç? Karanlık parçalar halinde mi gidiyor; bir kısım, sonra bir kısım daha odadan çıkmak için sıra oluyorlar? Yahut ışık parçalar halinde mi geliyor; biraz ışık, sonra biraz daha, biraz daha? Hayır, ışığı odaya getirdiğin an karanlık yoktur.

Özgürlüğün ne olduğunu anlamanın içinde...özgürsündür. Bunun zamanla ya da düzenli olarak gerçekleşmekle alakası yoktur.

Zincirlerini toptan bırakmak dışında bir yol yoktur. Etrafındaki tüm bu zincirleri çocukluğunda yaratmaya başladın. Muhtemelen itaat etme adına, anne-babana sevgi adına, din adamlarına güvenmek adına, öğretmenlerine saygı duymak adına. İyi adlar. Her zaman üstteki etiketi kaldırıp içerde ne olduğuna bakmayı unutma ve şaşıracaksın: kölelik her çocuğa güzel isimlerle satılıyor. Bağlandığın şeyin kölelik değil, ona konulan etiket olduğunu görmediğin sürece bundan kurtulman kolay olmayacak. Bu babamla aramda sürekli bir savaştı. O sevgi dolu bir adamdı, çok anlayışlıydı ama yine de, "Yapmak zorundasın" derdi. Ve benim yanıtım da her zaman, "Bana 'Bunu yapmak zorundasın' diyemezsin, sadece, 'Şayet istersen yapabilirsin; eğer istemezsen özgürsün' diye öneride bulunabilirsin. O temelde benim kararım olmalı, senin değil. Ben hakikate karşı, özgürlüğe karşı itaatkârım. Her şeyi hakikat için, özgürlük için, sevgi için kurban edebilirim ama hiçbir kölelik için değil. Senin 'zorundasın'ların kölelik kokuyor" olurdu.

Kısa süre sonra benim itaatkâr ya da itaatsiz tanımına ait olmadığımı anladı. Ben diyorum ki: "Yapmayacağım," demiyorum, ben sadece '"Zorundasın'ları bırak. Bana evet ya da hayır diye karar verebilmem için alan tanı ve eğer hayır dersem de alınganlık yapma.

"Bu benim hayatım, onu ben yaşamak zorundayım ve onu kendi tarzımda yaşamak için her türlü hakka sahibim. Sen çok daha fazla deneyimlisin; önerebilirsin, tavsiye edebilirsin, ancak kimseden emir almıyorum. Bedeli ne olursa olsun, sonucu ne olursa olsun hiç kimseden emir almıyorum"

Ve yavaş, yavaş "zorundasın"larını bıraktı. "Şöyle bir problem var. Eğer doğru olduğunu düşünüyorsan, bana yardım et; yardım etmek içinden gelmiyorsa bu senin kararındır" demeye başladı.

"Gerçek sevgi böyle olmalı" dedim.

Sen neye özgürlük diyorsun; çoğunlukla senin elinde olmayan, sana verilmiş olan, politik, ekonomik dışsal özgürlüğe. O senden alınabilir. Sadece senin içinde yeşermiş bir şey senden alınamaz.

Bir insanoğlunun hayatı küçüktür. Onunla ilgili kararlı ol: Ruhunda özgür olmak zorundasın çünkü var olan tek özgürlük budur.

-

İnsan bir ruhla doğar, bir benlikle değil.

Tüm sözlükler bu iki sözcüğün, "ruh" ve "benlik" in aynı anlama geldiğini söyleseler de bu doğru değildir. Ruhu kendinle birlikte getirirsin. Benlik ise esas olanın yerine geçmesi için toplum tarafından yaratılır ki bu sayede sen kendini kimliksiz hissetmezsin...çünkü ruh arayışı uzun yıllar süren arayış ve bulma çabası anlamına gelen kutsal bir yolculuk olabilir. Ve isimsizliğe, boşluğa, hiç kimse olmaya katlanmak imkânsızdır.

Benlik yaratmanın niyeti sevgiden kaynaklanır, bu sayede en başından itibaren kim olduğunu hissetmeye başlarsın; aksi taktirde nasıl yaşayacaksın? Sana nasıl hitap edilecek? Benlik fikrini yaratan insanlar iyi niyetlerle doluydular ancak, bizzat kendilerinin ruhlarıyla ilgili hiçbir fikri olmadığından sahte bir benlik yarattılar ve yaratılmış bir benlik olarak öldüler. Onlar gerçekten varoluşun onları ne yaptığını, ne için yaptığını asla bilemediler.

Senin ruhun varoluşun parçasıdır. Benliğinse toplumsal bir kurumdur. O yüzden bilinmesi gereken ilk şey aradaki mesafenin kapatılamaz olduğudur. Eğer gerçekten kim olduğunu aramak ve bilmek istersen, kendi benliğini yok etmek demek olan radikal bir değişimden geçmek zorunda kalacaksın. Şayet benliği yok etmezsen ve bir kaza sonucu ruhu keşfedersen tek olmayacaksın: Psikologların "şizofreni" olarak adlandırdığı şey budur. Bölüneceksin. Bazen kendin gibi davranacaksın ve bazen de bir ruh olarak. Sürekli bir gerginlik içinde olacaksın. Hayatın sırf derin bir ıstırap ve kaygı olacak; ve böyle bir hayatı yaşamak imkânsızdır. Bu yüzden de toplum, eğitim sistemi, ebeveynler, din adamı; çevrendeki herkes her yoldan sende öyle güçlü bir benlik yaratmaya çalışır ki bu sayede gizlenmiş ruhu asla fark edemezsin.

Yolculuk uzun değildir ancak kesinlikle zordur. Benlik basit bir şey değildir, çok karmaşıktır. Sen bir profesörsün, doktorsun, hukukçusun, başkansın; güzelsin, çok bilgilisin, zenginsin, hırslısın: tüm bu boyutlar benliğe aittir. Ve benlik sürekli olarak daha çok para, daha çok güç, daha çok prestij, daha çok saygınlık biriktirmeye devam eder; onun hırsı tatmin edilemez. Sürekli olarak yeni benlik katmanları yaratıp durursun.

İnsanın ıstırabı, temel ıstırabı budur. İnsan kim olduğunu bilmez, yine de şuyum, buyum diye inanmaya devam eder. Eğer sen bir doktorsan bu senin işlevindir, gerçekliğin değil; eğer bir başkansan bu senin işlevindir, tıpkı başka birisinin işlevinin ayakkabı yapmak olması gibi. Ne ayakkabıcı ne de başbakan gerçek benliğini bilmez. Anne-babalar en baştan, daha ilk günden başlarlar. Ve bu sahte ego, benlik ya da ona ne demek istersen o, neredeyse senin gerçeğin olur ve gerçek olan unutulur.

İngilizce günah demek olan "sin" sözcüğü çok önemlidir; Hıristiyanların onu kullandığı anlamda, tüm dünyada anlaşılmış olduğu anlamda değil. Ancak, köklerinde sözcük tamamıyla farklı bir anlama gelir. O unutkanlık anlamına gelir. Onun senin yaptıklarınla hiçbir alakası yoktur, onun unutmuş olduğun kendi gerçekliğinle bir alakası vardır.

Gerçekliğini unutmuş olduğun için ve onun yerine geçen sahte bir şeyle yaşadığın için, tüm eylemlerin ikiyüzlü bir hal alır. Gülümsersin ama gülümsemen kalbinden gelmez. Gözyaşı döker, ağlarsın ama göz yaşların çok yüzeyseldir. Seversin ama sevginin varlığında kökleri yoktur. Tüm eylemlerin uykusunda yürüyen bir kimseninki gibidir; bir uyurgezermişsin gibidir.

New York'ta bir olay olmuştu... O kadar çok uyurgezer vardır ki, insanların yüzde onudur. Geceleyin uyanırlar ve buzdolabına giderler; doktorun onlara giderek daha çok şişmanladıkları, kendi ölümlerini yarattıkları, yavaşça intihar ettikleri için yasaklamış olduğu bir şeyi yerler. Gündüz bir şekilde bunu bastırmayı başarırlar fakat geceleyin bilinçli zihin derin uykudayken bilinçsiz zihin fırsatı kaçırmaz. O yöntemi bilir ve karanlıkta bile takılmadan açık gözlerle yürür.

Endişelenirler, doktor endişelenir, aileleri endişelenir: "Yiyeceklerini azalttık, sana hiç şeker vermiyoruz ve sen hâlâ şişmanlıyorsun!" Ve onlar ayrıca buzdolabından bir şeyler eksildiği için de endişelenirler. Ve kimseyi de suçlayamazsın çünkü o sabah olduğunda hiçbir şey hatırlamaz.

Ancak bu New York vakası dünyaca meşhur olmuştur. Bu adam elli katlı bir binanın en üst katında yaşıyordu. Geceleyin uyanır, çatıya çıkar ve yakındaki binaya atlardı. Bu mesafe bilinçli olarak hiç kimsenin cesaret edemediği bir mesafeydi. Böyle bir atlayışı yapmak! Ve o gündelik bir rutindi!

Bir süre sonra aşağıda insanlar bunu görmek için toplanmaya başladı çünkü bu neredeyse bir mucizeydi. Kalabalık giderek büyüdü ve bir gün adam tam atlayacakken kalabalıktan biri yüksek sesle adama seslendi. Bu onu uyandırdı. Ancak çok geçti; o atlamıştı. Her ne kadar her gün diğer çatıya ulaşıp odasına geri gelebiliyor ve uykuya dalıyor olsa da, diğer çatıya ulaşamadı. Bilinçli hale gelip ne yapıyor olduğunu gördü... Ancak, çoktan atlamıştı. Ellinci kattan aşağı düştü ve bedeni yolun üzerinde parçalara ayrıldı.

Sahte benliğin senin uykundur. Ruh senin uyanık olmandır.

Ve benliği sürdürebilmen için toplum sana belirli kurallar ve disiplinler vermiştir. Örneğin, her küçük çocuk hırslı yapılır. Hiç kimse birisine "Sadece kendin ol" demez. Herkes ona muhteşem idealler verir: "Bir Gautam Buda ol ya da bir İsa ol ya da bir Albert Einstein ol...ama birisi ol! Sadece kendin kalarak devam etme; sen hiçbir şey değilsin." Benliğinin pek çok dereceye ihtiyacı vardır, benliğinin kabul edilmeye, onurlandırılmaya ihtiyacı vardır. Onun besinleri bunlardır; o bunlara dayanarak yaşar. Ve dünyadan vazgeçen insanlar bile —sannyasin olanlar, keşiş olanlar— kendi benliklerinden vazgeçmezler. Dünyadan vazgeçmek kolaydır; benlikten vazgeçmek çok zordur çünkü sen kendin hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. İş hayatını biliyorsun, eğitimini biliyorsun, ismini biliyorsun; ve bir ismin olmadan geldiğini de çok iyi biliyorsun. Sen bir tabula rasa olarak gelmiştin; üzerinde hiçbir şey yazmıyordu ve ebeveynlerin ve öğretmenlerin ve din adamların her yanına yazmaya başladı. Tüm yaşamın boyunca benliğe inanmaya devam edersin.

Ve o çok dokunulabilirdir çünkü o çok kalındır; sahte olması bağlamında incedir. Bu nedenle egoist çok alıngan bir kişidir.

Üniversitede hocayken sabahları yürüyüşe giderdim. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama yaşlı bir adam vardı ve ben onun yaşı nedeniyle "Günaydın" derdim.Ve bu erken saatte, sabahın üçünde sadece biz ikimiz olurduk. Bir gün adama günaydın demeyi unuttum ve "Hey unuttun mu?"dedi.

"Bu çok garip! Seni tanımıyorum bile; sadece büyük babam yaşındaki bir ihtiyar adama karşı nezaket olarak günaydın diyordum. Ancak bu onu her gün yapacağım anlamına gelen bir sözleşme değildir" dedim. O bunu talep ediyordu çünkü onun benliğinin belli bir kısmı için bir tatmin haline gelmişti. Onun kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu fakat onun benim hakkımda her türlü fikri vardı ve ona "Günaydın efendim" dememiş olmam onu incitiyordu.

"Sana —ya da herhangi bir yaşlı adama— bir daha asla bunu nazik olmak için söylemeyeceğim çünkü senin zihnini zehirliyormuşum" dedim.

Bunu tamamen unuttun mu? Dünyaya bir ismin olmadan geldin ama eğer birisi ismine karşı bir şey söyleyecek olursa dünyaya bir ismin olmadan geldiğini hiç düşünmeden savaşmaya hazır olacaksın; bu isim sahte bir etikettir. Senin hiçbir ismin yok; senin gerçekliğin isimsizdir.

Dünyadan vazgeçen insanlara aziz oldukları için ibadet edilir. Ancak hiç kimse onların egolarının daha zor fark edilir, öncekinden daha güçlü hale geldiğini göremez.

Bir hikaye duymuştum:

Dağların derinliklerinde üç tane Hıristiyan manastırı vardı ve bir gün rastlantı eseri her manastırdan bir keşiş yolda karşılaştılar. Yorulmuşlardı —şehirden geliyorlardı—o yüzden bir ağacın altında dinleniyorlardı. Bir keşiş "Manastırımla gurur duyuyorum. Sizin manastırlarınızdaki insanlar kadar bilgili olmayabiliriz ama azla yetinme söz konusu olduğunda bizimle hiç kimse yarışamaz" dedi. İkinci keşiş kahkahayı bastı. "Azla yetinmeyi tamamen unut! Azla yetinmek kendine eziyet etmekten başka bir şey değildir. Gerçek olan eski kutsal metinleri bilmektir. Hiç kimse bizle yarışamaz. Bizim manastır en eskisidir ve biz bütün kutsal metinlere sahibiz ve bizimkiler çok bilgilidir. Ya azla yetinmek nedir? Oruç tutarsınız, geceleyin yemezsiniz, günde sadece bir kez yersiniz. Ne kadar da cesursunuz; tüm bu şeyler herhangi bir ahmak tarafından yapılabilir. Ancak ne bilgelik kazandınız?" dedi.

Üçüncü keşiş sessizce dinliyordu. "Her ikiniz de haklı olabilirsiniz. Biriniz çok zor ve meşakkatli bir şekilde, bedenini kurban ederek yaşıyor; ve belki diğeriniz de herkesten daha çok bilgili olduğundan haklıdır" dedi.

İkisi birden sordu: "İyi de ya senden ve senin manastırından ne haber?"

"Ben ve benim manastırım mı? Biz alçak gönüllükte zirvedeyiz" dedi.

Alçak gönüllükte en tepede olmak! Bu çok zordur... Şimdi onlar kendi benlikleri için dini bir kılık oluşturmuşlardır. O daha da güçlenmiştir. O nedenle ben günahkârlar dahi hayatın nihai kıyılarına ulaşmışlardır ama azizler değil derim...çünkü günahkârlar azla yetinmediklerini, bilgili olmadıklarını, alçakgönüllü olmadıklarını bilirler; o hiçbir şey bilmeyen sıradan bir kimsedir. Ve muhtemelen o daha dindar kimsedir çünkü o daha az benliktir ve ruha yaklaşıyordur.

Gerçek özgürlük ne politiktir, ne toplumsaldır, ne de ekonomiktir; gerçek özgürlük manevidir. Bu böyle olmasaydı Ramakrishna olduğu şey —kendisi üzerine bir ışık— olamazdı çünkü o zamanlar Hindistan İngiliz yönetiminin esareti altında yaşıyordu. O zaman Raman Maharshi böylesi bir ihtişam, böylesi bir sessizlik ve böylesi bir lütuf olamazdı çünkü İngiliz emperyalizmi hâlâ ülkeyi esaret altında tutuyordu.

Manevi özgürlüğe dokunulamaz.

Benliğin köleleştirilebilir ama ruhun edilemez. Benliğin satılabilir ama ruhun değil. Gerçek özgürlüğün ne olduğunu bilmek istersen, bir surda değil de bir Brahmin olduğunu unutarak, sadece herhangi bir insan değil Hıristiyan olduğunu unutarak, isminin ne olduğunu unutarak, onun senin gerçekliğin değil sadece pratik bir şey olduğunu bilerek, tüm bilgilerinin ödünç alınma olduğunu, senin deneyimin, senin ulaştığın bir şey olmadığını bilip unutarak, benliğinin parçalarını bırakmaya devam etmelisin.

Tüm dünya ışıkla dolu olabilir ama içinin derinliklerinde sen karanlıkta yaşıyorsun. İçinde küçücük bir alev dahi yokken, doğumundan sonra sana eklenmiş olan her ne ise senin gerçekliğin olmadığını yavaş yavaş anlamaya çalışırken tüm dünyanın ışıkla dolu olmasının ne yararı var?

Ve benliğinin parçaları ortadan kalktıkça muazzam bir gökyüzünün, dışarıdaki kadar engin bir gökyüzünün farkına varmaya başlarsın... çünkü varoluş her zaman dengededir. Dışsal olan ve içsel olan ahenk ve denge içindedir. Benliğin bedeninle sınırlı değildir; gerçek ruhun bedenin yakılsa bile yanmayacak olan bir şeydir.

Krishna "Hiçbir silah bana dokunamaz ve hiçbir ateş beni yakamaz" derken haklıdır. O bedenden, beyinden benlikten bahsetmiyor —bunların hepsi yok edilebilir— ancak senin içinde yok edilemez, ölümsüz, sonsuz bir şey var. O senin doğumundan önce seninleydi ve o senin ölümünden sonra da seninle birlikte olacak çünkü o sensin, senin özündeki varlıktır.

Onu bilmek özgür olmaktır, tüm hapishanelerden özgürleşmektir: Bedenin hapishanesinden, zihnin hapishanesinden, senin dışında var olan hapishanelerden.

Sen sadece hayatını varoluşun bir armağanı gibi mümkün olduğunca çok keyifle ve kutlamayla yaşa. Güneşte, yağmurda, rüzgârda ağaçlarla dans et. Ne ağaçların herhangi bir kutsal metni vardır, ne de hayvanların kutsal metni vardır; ne yıldızların herhangi bir kutsal metni vardır, ne de onların herhangi bir azizi vardır. İnsan dışında hiç kimse ölülere takıntılı değildir. Ben bu takıntıyı binlerce yıl süresince işlenmiş olan en büyük hatalardan birisi olarak adlandırıyorum. Zamanı geldi, bu tamamen durdurulmalı.

Her yeni kuşak için hakikati aramak için, bulmak için bir boşluk bırak çünkü hakikati bulmak onu aramaktan daha az mutluluk verir. Kutsal yolculuk gerçek olandır, tapınağa ulaşmak değil. Çocuklarına onurlu olmayı öğret, itaatkâr, köle olmayı değil. Onların özgür olmasına yardım et. Onlara özgürce yaşamaktan ve özgürce kendini ifade etmekten daha yüksek bir değer olmadığını öğret. Eğer gerekirse herhangi bir esareti kabul etmektense ölmenin daha iyi olacağı konusunda onları yetkinleştir.

Ancak bu yapılmaz. Ve bu yapılmadığı sürece dünyayı Adolf Hitlerlerden, Joseph Stalinlerden, Mao Tse-tungs, Ronald Reaganlardan kurtaramazsın; insanlığı zorbalardan, diktatörlerden kurtaramazsın. Aslında içten içe onları arzuluyorsun. İçten içe birisinin hayatının tarzını ve koşullarını dikte etmesini istiyorsun. Hata yapmaktan o kadar korkuyorsun ki... çünkü özgür olursan, doğal olarak pek çok hata yapacaksın. Ama unutma hayat böyle bir şey.

Pek çok defa düşeceksin. Bunun bir zararı yok. Yine ayağa kalk ve düşmemeyi öğren. Daha uyanık ol. Hatalar yapacaksın ama aynı hataları tekrar etme. Kişi böyle bilge olur. Kişi böyle bir birey haline gelir. Yükseklere, yıldızlara ulaşan bir Sedir Ağacı gibi mağrur.

Bir pigme olma. Yapabileceğinin en yükseğine ulaşmaya çalış.

Ve ben sana diyorum ki, dünyaya gelip de onu mağrur yapacak bir kapasitesi olmayan, güzel ve yeni bir şeyi doğurmaya, üretmeye, varoluşu daha zengin yapmaya gebe olmayan, tek kişi dahi yoktur. Dünyaya boşuna gelmiş tek bir kimse dahi yoktur.

Hiç doğduğunda çocukları gördün mü? Elleri kapalıdır. Kapalı bir el, bir yumruk gizemli bir şeydir; kimse içinde ne olduğunu bilemez. Ve sen hiç ölü bir insan gördün mü? Bir kimse ölürken...hiç yumruğu olan bir ölü gördün mü? Bu imkânsızdır. İnsan eli açık olarak, boş, harcanmış ölür. Bunlar sadece mecazidir. Dediğim şey şudur: çocuk olasılıklarla dolu olarak gelir; onun kimseyi kıskanmasına gerek yoktur.

Sahte benliğin ötesine gittikçe, ansızın sonsuz bir gökyüzünü keşfedersin. Bazısı ona Tanrı dedi, bazısı Brahma ama en iyi sözcük Mahavira ve Gautam Buda tarafından kullanıldı: onlar ona moksha dedi. Moksha "tam özgürlük" demektir; seni bağlayan her şeyden özgürlük, sahte olan her şeyden özgürlük, ölecek olan her şeyden özgürlük. Ve sen sahte ve ölecek olan her şeyden özgürleştikçe ansızın ölümsüzlüğün kapısı sana açılır.

Umarım hiçbiriniz bu dansı, bu şarkıyı, bu sonsuza dek süren müziği kaçırmazsınız.

-&-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder