DEVRİM DEĞİL BAŞKALDIRI

İnsan devletlerin ortadan kalkacağı noktaya gelmemiştir. Kropotkin gibi anarşistler hükümete, kanuna karşı olmuştur. O bunları ortadan kaldırmak istedi. Ben de bir anarşistim ama Kropotkin'in tarzının bütünü ile zıddı olarak.

İnsanoğullarının bilincini hükümetlerin anlamsızlaşacağı, mahkemelerin boş kalacağı, kimsenin öldürülmediği, kimsenin tecavüze uğramadığı, kimsenin taciz ya da işkence görmediği bir noktaya yükseltmek istiyorum. Farkı görüyor musun? Kropotkin'in üzerinde durduğu şey hükümetleri yok etmekti. Benim üzerinde durduğum şey, insanoğullarının bilincini, hükümetlerin kendi kendine gereksiz kalacağı noktaya; mahkemelerin kapanmaya başladığı noktaya, polislerin iş olmadığı için ortadan kalkmaya başladığı ve yargıçlara "Başka bir iş bulun" dendiği noktaya gelene kadar yükseltmektir. Ben tamamıyla farklı boyuttan bir anarşistim. İlk önce bırak insanlar hazır olsun ve hükümetler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Ben hükümetlerin yok edilmesine taraftar değilim. Onlar bir ihtiyacı gideriyor. İnsan o kadar barbardır, o kadar çirkindir ki şayet zorla engellenmezse tüm toplum kaos içinde olacaktır.

Ben kaos yanlısı değilim. Ben insan toplumunun ahenkli bir bütün, tüm dünyayı kapsayan engin bir komün olmasını istiyorum: Meditasyon yapan insanlar, suçluluk duymayan insanlar, sükûnet içerisindeki insanlar, dingin; hiç kimseyle rekabet etmek için arzu duymayan insanlar; özel olduğu fikrini ve bunu Amerikan Başkanı olarak kanıtlamayı tamamen bırakmış insanlar; dans eden, eğlenen, şarkı söyleyen insanlar; artık hiçbir aşağılık kompleksinden muzdarip olmayan insanlar, o yüzden hiç kimse üstün olmaya çalışmıyor, hiç kimse kendi büyüklüğünden övünmüyor.

Hükümetler sabah güneşindeki çiy damlaları gibi buharlaşacak. Ancak bu tamamıyla faklı bir hikâyedir, tamamen farklı bir yaklaşımdır. O an gelene kadar hükümetlere ihtiyaç vardır.

Bu çok basit bir şeydir. Eğer hastaysan ilaca ihtiyaç vardır. Ve Kropotkin gibi anarşistler ilaçları yok etmek isterler. Ben senin sağlıklı olmanı istiyorum ki bu sayede ilaçlara ihtiyacın olmasın. Onları otomatikman fırlatıp atacaksın. Tüm bu ilaçlarla ne yapacaksın? Onlar tamamıyla gereksiz, aslında tehlikeli; çoğu ilaç zehirlidir. Ne amaç uğruna onları biriktirip duracaksın? Önem verilen şeyler arasındaki farkı görebiliyor musun?

Ben ilaçlara karşı değilim; ben ilaçları gerekli kılan, insanların hastalıklarına karşıyım. Ben daha sağlıklı bir insanoğlu olsun isterdim —gen mühendisliğiyle mümkün olan bir şeydir bu— doğumundan itibaren hasta olamayacak şekilde programladığımız için, bedeninde her türlü hastalıkla savaşabilecek düzenlemeler yapmış olduğumuz için hasta olması olasılığı mevcut olmayan bir insanoğlu. Kesinlikle ilaçlar kalkacak, eczacılık kalkacak, doktorlar kalkacak, tıp fakülteleri kapatılacak. Fakat ben onlara karşı olduğum için değil! Bu basitçe, sağlıklı bir insanlığın bir neticesi olacak.

Ben tek bir dünya, tek bir lisan, tek bir dindarlık, tek bir insanlık ve insanlık bilinçlilikte gerçekten geliştiğinde, tek bir devlet isterim.

Devlet övünülecek bir şey değildir. O bir hakarettir. Onun varlığı sana hâlâ barbar olduğunu, medeniyetin henüz gerçekleşmediğini anlatır; aksi taktirde seni yönetecek bir devlete niye ihtiyaç duyasın?

Şayet suç ortadan kalkarsa, şayet başkalarının seni sömüreceği, öldüreceği korkusu ortadan kalkarsa devletin tüm şu bürokrasisini ne yapacaksın? Onu sürdüremezsin çünkü o ulus ekonomisinin üzerindeki bir yüktür, çok büyük bir yük ve giderek büyüyor ve büyüyor. Hiç kimsenin çalışmak istememesi basit gerçeği nedeniyle hiyerarşilerin giderek büyüme eğilimleri vardır, herkes çalışmaktan nefret eder. O yüzden herkesin yardımcıya ihtiyacı vardır.

Herhangi bir devlet kuruluşunun ofisinde masaların üzerinde birikmiş dosyalar görebilirsin. Birisine rüşvet vermeyi başaramadığın sürece senin dosyan koca yığıntının içinde kalmaya devam edebilir; o asla en tepeye çıkamaz. Ve memurlar orada pek çok dosyalarının olmasından hoşnutturlar; bu onları önemli, özel kılar. Pek çok insanın üzerinde bir güçleri vardır; zihinlerinde tüm bu dosyalar insanların üzerinde bir güç taşırlar.

Ben yeryüzünde önceden var olmuş olan tüm kategorilerden tamamıyla farklı bir anarşistim. Ben kendi başıma bir kategoriyim çünkü benim yaklaşımım radikal bir şekilde farklıdır. Ben devlete karşı değilim, ben devlete duyulan ihtiyaca karşıyım. Ben mahkemelere karşı değilim, ben mahkemelere duyulan ihtiyaca karşıyım.

Bir gün, bir zaman, insanın —politik ya da dinsel— hiçbir kontrol olmadan yaşayabileceği olasılığını görüyorum. Çünkü insan kendi içinde bir disiplin olacak.

Ustasını görmeye gelip insan özgür müdür diye soran bir müridin öyküsü vardır.

Usta müridine ayağa kalkıp bir ayağını yerden kaldırmasını söyler. Mürit, bir ayağı üzerinde —ve diğeri de havada— dururken öncekinden daha da az şey anlamış haldedir. Usta şimdi de ondan diğer ayağını da yerden kaldırmasını ister.

Osho, lütfen bir şeyden özgürleşmek ve bir şey için özgürleşmek arasındaki fark üzerine konuşabilir misin?

Bir şeyden özgürleşmek sıradandır, aleladedir. İnsan her zaman bir şeylerden özgürleşmek istemiştir. Bu yaratıcı değildir. Bu özgürlüğün negatif yüzüdür. Bir şey için özgürleşmek yaratıcılıktır. Hayata geçirmek istediğin bir vizyonun var ve onun için özgürlük istiyorsun.

Bir şeyden özgürleşmek her zaman geçmiştendir ve bir şey için özgürlük ise her zaman gelecek içindir.

Bir şey için özgürlük manevi bir boyuttur çünkü bilinmeyenin içine ve bir gün belki de bilinemez olanın içine giriyorsun. Bu seni kanatlandırır. Bir şeyden özgürleşmek en iyi ihtimalle kelepçelerini kaldırır. O illa ki de faydalı bir şey değildir; tarihin tamamı bunun kanıtıdır. İnsanlar hiçbir zaman benim ısrarla üzerinde durduğum bu ikinci özgürlüğü aklına getirmedi. Onlar sadece ilkinin üzerinde durdu çünkü ikincisini görebilecek kavrayışa sahip değiller. İlki görünür haldedir: ayaklarında zincirler, ellerinde kelepçeler. Bunlardan özgürleşmek isterler fakat sonra ne olacak? Ellerinle ne yapacaksın? Özgürlük istediğinden pişman bile olabilirsin.

Fransız Devrimi sırasında Bastille hapishanesinde olmuştu. O en meşhur Fransız hapishanesiydi; o sadece ömür boyu hapse mahkûm olmuş hükümlüler için ayrılmıştı. Bu yüzden oraya kişi canlı girebilir ama asla canlı çıkamazdı; sadece ölmüş bedenler dışarı çıkardı. Ve onlara bir kez kelepçeler ve zincirler takıldığında anahtarları Bastille'deki kuyuya atılırdı çünkü onlara ihtiyaç olmazdı. Bu kilitler bir daha açılmayacaktı, o nedenle onların ne gibi bir faydası olabilirdi? Bu hapishanede beş binden fazla insan vardı. Beş bin insanın anahtarlarını gereksiz olduğu halde saklamanın anlamı neydi? Onlar bir kez karanlık hücrelerine girdiğinde, sonsuza dek girmiş olurlardı.

Fransız devrimcileri elbette yapmaları gereken ilk şeyin Bastille'deki insanları özgürleştirmek olduğunu düşünmüştü. Hangi eylem için olursa olsun birisini elli yıl, altmış yıl sonra gelebilecek ölümünü beklemesi için karanlık bir hücreye hapsetmek insanlık dışıydı. Altmış yıl beklemek ruh için çok büyük bir eziyettir. Bu insanlar kanuna uymadığı için verilmiş bir cezadır, intikamdır, öç almaktır. Onların eylemleri ile verilen ceza arasında bir denge yoktur.

Devrimciler kapıları açtı, insanları karanlık hücrelerinden dışarı sürükledi. Ve onlar şaşırdı. Bu insanlar hücrelerini terk etmeye hazır değildi.

Anlayabilirsin. Altmış yıl karanlıkta yaşamış bir kişi; güneş onun için çok fazladır. O ışığa çıkmak istemez. Onun gözleri aşırı derecede hassaslaşmıştır. Ve ne önemi var? O artık seksen yaşında, girdiğinde yirmi yaşındaydı. Onun tüm yaşamı bu karanlığın içindeydi. Bu karanlık onun evi olmuştur.

Ve devrimciler mahkûmları özgürleştirmek istedi. Anahtarlar olmadığı için zincirlerini ve kelepçelerini kırdılar. Fakat mahkûmlar çok direnç gösterdiler. Hapishaneyi terk etmek istemediler. "Bizim durumumuzu anlamıyorsunuz. Bu şekilde altmış yıl kalmış bir insan dışarıda ne yapacak? Ona kim yemek verecek? Burada yiyecek veriliyor ve karanlık hücrede huzurlu bir şekilde dinlenilebilir. O neredeyse ölmüş gibi. Dışarıda karısına ne olduğunu ya da onun nerede olduğunu bulamayabilir; anne babaları ölmüş olmalı; arkadaşları ya ölmüştür ya da onu tamamen unutmuşlardır. Ve ona hiç kimse iş vermeyecek. Altmış yıl boyunca çalışmamış bir insana kim iş verecek? Ve Bastille'den, en tehlikeli suçluların tutulduğu bir yerden bir adam? Sırf Bastille adı bile herhangi bir işte reddedilmesi için yeterli olacaktır. Ne için bizi zorluyorsunuz? Nerede uyuyacağız? Evimiz yok. Nerede yaşadığımızı bile neredeyse unutmuş durumdayız. Orada başka birileri yaşıyor olmalı. Evlerimiz, ailelerimiz, arkadaşlarımız, tüm dünya altmış yılda o kadar çok değişmiş durumda ki; biz bunu başaramayız. Bize eziyet etmeyin. Bize yeterince eziyet edildi" dediler.

Ve onların söylediğinde mantık vardı. Ancak devrimciler inatçı insanlardır; onlar dinlemediler. Adamları Bastille'den çıkmaya zorladılar ama aynı gece neredeyse hepsi geri dönmüştü. "Bize yemek verin çünkü açız" dediler.

Gecenin bir yarısı birkaçı geldi ve "Bize zincirlerimizi geri verin çünkü onlar olmadan uyuyamıyoruz. Elli yıl, altmış yıl boyunca kelepçelerle, ayaklarımızda zincirlerle, karanlıkta uyuduk. Onlar neredeyse bedenimizin parçası haline geldi, onlar olmadan uyuyamıyoruz. Zincirlerimizi geri verin ve biz hücrelerimizi istiyoruz. Biz son derece mutluyduk. Devriminizi bize dayatmayın. Biz zavallı insanlarız. Siz devriminizi başka bir yerde yapabilirsiniz" dediler.

Devrimciler şoktaydı. Ancak bu olay bir şeyden özgürleşmenin illaki bir lütuf olmadığını gösterir.

Dünyanın her yerinde bunu görebilirsin; ülkeler Britanya İmparatorluğu'ndan, İspanyol İmparatorluğu'ndan, Portekiz İmparatorluğu'ndan özgürleşmişlerdir ancak durumları köle oldukları zamandan çok daha kötüdür. En azından köleliklerine alışmışlardı. Hırstan vazgeçmişler, durumlarını kaderleri olarak kabul etmişlerdi.

Esaretten özgürleşmek yalnızca kaos yaratır.

Benim ailemin tümü Hindistan'ın özgürlük mücadelesinde yer almıştı. Hepsi hapse düşmüştü. Eğitimleri yarıda kesilmişti. Hepsi sınava girmeden önce yakalandığı için üniversiteden mezun olamamıştı. Bir tanesi üç yıl hapisteydi, bir tanesi de dört yıl hapisteydi. Ve yeniden başlamak için çok geçti. Ve onlar gerçek birer devrimci haline gelmişti. Hapisteyken devrimin tüm liderleri ile temasa geçtiler; o zaman tüm hayatları devrime adanmış oldu. Ben küçüktüm ama babamla, amcalarımla tartışırdım: "Köleliğin çirkin olduğunu anlayabiliyorum, o sizi insanlığınızdan çıkarıyor, sizi aşağılıyor, bir insan olma onurunu yok ediyor; ona karşı mücadele edilmeli. Fakat benim üzerinde durduğum şey özgür olduğunuzda ne yapacağınız? Bir şeyden özgürleşmek çok açıktır ve ben buna karşı değilim. Net bir şekilde bilmek ve anlamak istediğim şey özgürlüğünüzle ne yapacağınız. Siz kölelikte nasıl yaşayacağınızı biliyorsunuz. Özgürlükte nasıl yaşanacağını biliyor musunuz? Kölelikte belirli bir emrin yerine getirilmesinin zorunlu olduğunu biliyorsunuz; yoksa vurulur, öldürülür, ezilirsiniz. Özgürlükte düzeni sürdürme sorumluluğunun sizin olacağını biliyor musunuz? Hiç kimse sizi öldürmeyecek ve sizden başka hiç kimse ondan sorumlu olmayacak; siz ondan sorumlu olmak zorundasınız. Liderlerinize bu özgürlüğün ne için olduğunu sordunuz mu? Ve hiçbir cevap alamadım. "Şimdi kölelikten kurtulmak için çok meşgulüz; özgürlüğü sonra düşünürüz" dediler.

"Bu bilimsel bir yaklaşım değil şayet eski evi yıkıyorsanız, zekiyseniz en azından yeni ev için bir plan yaparsınız. Eski olanı yıkmadan önce yeni evi hazırlamak en iyisidir. Yoksa evsiz kalacaksınız ve acı çekeceksiniz çünkü eski evde olmak evsiz olmaktan daha iyidir" dedim.

Hindistan devriminin büyük liderleri bizim ailede kalmıştı ve bu benim onlarla sürekli tartıştığım bir şeydi. Ve özgürlükle ne yapacaklarını söyleyebilen tek bir lidere rastlayamadım.

Özgürlük geldi. Milyonlarca Hindu ve Müslüman birbirlerini öldürdüler. Birbirlerini öldürmelerini İngiliz kuvvetleri önlemişti; bu güçler ortadan kalktığında Hindistan'ın her yerinde ayaklanmalar oluştu. Herkesin hayatı tehlikedeydi. Tüm kasabalar yanıyordu; tüm trenler yanıyordu ve insanların yanan trenlerden dışarı çıkmasına izin verilmedi.

"Bu çok garip. Bu köleyken olmuyordu ama özgürlükte gerçekleşiyor. Ve bunun tek nedeni bizim özgürlük için hazır olmamamızdır" dedim.

Ülke ikiye bölünmüştü; bu hiç akıllarına gelmemişti. Tüm ülkede kaos vardı ve iktidara gelen insanların uzman oldukları bir alan vardı; bu uzmanlık köprüleri ve cezaevlerini yakmak, ülkeyi esir eden insanları öldürmekti. Bu uzmanlığın yeni bir ülke inşa etmekle hiçbir ilgisi yoktu. Fakat devrimin liderleri bunlardı; iktidara onlar geldi. Onlar savaştı, onlar kazandı ve iktidar da onların eline geçti. Ve bunlar yanlış ellerdi.

Hiçbir devrimciye iktidar verilmemelidir çünkü o sabotaj yapmayı bilir ama yaratmayı bilmez; o sadece yok etmeyi bilir. Ona saygı gösterilmeli, şereflendirilmeli, altın madalyalar ve buna benzer şeyler verilmelidir ama ona iktidarı verme.

Yaratıcı olabilecek insanlar bulmak zorundasın ama bu insanlar devrime katılmamış olacaklardır.

Bu çok hassas bir konudur. Çünkü yaratıcı insanlar kendi yaratıcılıkları ile ilgilidirler, onlar kimin yönettiği ile ilgilenmez. Birisi yönetimde olmak zorundadır ama İngiliz ya da Hintli olması onlar için fark etmez. Onlar enerjilerini yaratıcı işlerine akıtmakla meşguldüler, o yüzden de devrimci safların içinde değildiler. Şimdi devrimciler onların iktidarına izin vermeyeceklerdir. Aslında onlar haindir. Bu insanlar devrime hiç katılmamış olanlardır ve sen onlara iktidarı vereceksin.

Bu nedenle dünyadaki tüm devrimler bugüne kadar başarısız olmuştur. Ve bunun basit nedeni devrimi yapan insanların belirli bir türden uzmanlığının olması ve bir ülkeyi oluşturabilecek, bir ülke yaratabilecek, insanlarda sorumluluk oluşturabilecek özelliklerin ise başka bir grup insanda olmasıdır. Onlar kıyıma, cinayete katılmazlar. Fakat onlar iktidara gelemez. Güç savaşmış olanların ellerine geçer. Bu yüzden doğal olarak her devrim kendi doğası gereği, benim söylediklerim net bir şekilde anlaşılmadığı sürece başarısız olmaya mahkûmdur.

Devrimin iki kısmı vardır, bir şeyden ve bir şey için; ve iki çeşit devrimci olmalıdır: Birincisi için çalışanlar —bir şeyden özgürleşmek— ve birincinin işi bittiği zaman, bir şey için özgürlük uğruna çalışacak olanlar. Ancak bunu başarmak zordur. Bunu kim başaracak? Herkes güç için yanıp tutuşuyor. Devrimciler zaferlerini kazandığında güç onlardadır; onu başka hiç kimseye veremezler ve ülke kaosa girer. Ve her gün her boyutta daha da kötüye gidecektir.

Bu yüzden ben devrimi öğretmiyorum; ben sana başkaldırıyı öğretiyorum. Devrim kalabalığa aittir; başkaldırı bireye aittir. Birey kendisini değiştirir. O iktidarın yapısını umursamaz; o kendi varlığını değiştirmeyi başarır, kendi içinde yeni bir insan doğurur. Ve şayet tüm ülke asi olursa...

Bununla ilgili en muhteşem şey şudur: başkaldırıda her iki türden devrimci de ona katılabilir çünkü başkaldırıda pek çok şey yok edilmek zorundadır ve pek çok şey de yaratılmak zorundadır. Bir şeyler yaratmak için yok edilmelidir, o nedenle herkes için bir cazibesi vardır; yok etmekle ilgilenenler için ve yaratıcılıkla ilgilenenler için.

Bu bir kalabalık olgusu değildir. O senin kendi bireyselliğindir. Ve eğer milyonlarca insan başkaldırıya katılacak olursa, o zaman ülkelerin, halkların iktidarı bu insanların, asilerin ellerinde olacaktır. Sadece başkaldırıda devrim başarılı olabilir; yoksa devrimin bölünmüş bir kişiliği vardır.

Başkaldırı tektir, birdir.

Ve şunu unutma: Başkaldırıda yok etme ve yaratıcılık el ele gider, birbirini destekler. Onlar ayrı süreçler değildir. Onları bir kez böldüğünde —devrimde olduğu gibi—hikâyeyi tekrarlarsın.

Sorudaki hikâye tam değildir. O mistik, güzel bir hikâyedir.

Bir adam gelip ustaya insanın ne kadar özgür, bağımsız olduğunu sorar. O tamamen özgür müdür, yoksa bir sınırlama var mıdır? Kader, yazgı, kısmet, ötesinde özgür olamayacağın sınırlamalar koyan Tanrı diye bir şey var mıdır?

Mistik bunu kendi tarzında gösterir; mantıken değil, varoluşsal olarak. "Ayağa kalk!" der.

Adam bunun aptalca bir cevap olduğunu düşünmüş olmalı: "Ben basit bir soru soruyorum ve o ise bana ayağa kalkmamı söylüyor." Ama, "Bir bakalım ne olacak" der. Ayağa kalkar.

Ve mistik, "Şimdi bir bacağını kaldır" der.

Adam o an artık çılgın bir adamın yanına geldiğini düşünmüş olmalı; bunun özgürlükle, bağımsız olmakla ne alakası var? Ancak artık gelmişti...ve müritlerden oluşma bir kalabalık olmalıydı; ve mistik çok saygı görüyor olmalıydı. Onu dinlememek saygısızlık olurdu ve yapsa ne olurdu ki? O yüzden ayaklarından birisini yerden kaldırdı, bu durumda bir ayağı havadaydı ve diğerinin üzerinde duruyordu.

Ve sonra usta, "Bu son derece iyi. Sadece bir şey daha var. Şimdi öteki ayağını da kaldır" der.

Bu imkânsızdır! Adam, "İmkânsız bir şey istiyorsunuz. Ben sağ ayağımı kaldırdım. Artık sol ayağımı kaldıramam" der.

Usta da, "Ancak sen özgürdün. Başlangıçta sol ayağını havaya kaldırabilirdin. Bunu yasaklayan bir emir yoktu. Sol ayağını mı, sağ ayağını mı kaldıracağın konusunda tamamıyla özgürdün. Bununla ilgili hiçbir şey söylememiştim, buna sen karar verdin. Sen sağ ayağını kaldırdın. Kararının kendisi vasıtasıyla sol ayağının kalkmasını imkansızlaştıran sendin. Yazgı, kader, kısmet ile uğraşıp durma. Sadece basit şeyleri düşün" der.

Yaptığın her eylem onun karşısında olan diğer eylemleri yapmaktan seni alıkoyar. O nedenle her eylem bir sınırlamadır. Hikâyede bu çok açıktır. Hayatta çok açık değildir bu çünkü bir ayağını yerde ve diğerini de havada göremezsin. Ancak her eylem, her karar bir sınırlamadır.

Karar vermeden önce tamamen özgürsündür, senin kararının, senin seçiminin ta kendisi sınırlama getirir. Sana başka hiç kimse kararı dayatmıyor; bu eşyanın tabiatında böyledir; birbiriyle çelişen şeyleri aynı anda yapamazsın. Ve bunu yapamaman iyidir; yoksa sen zaten halihazırda kaos içerisindesin, birbiriyle çelişen şeyleri aynı anda yapmana izin verilseydi daha da büyük bir kaosun içinde olabilirdin. Çıldırırdın. Bu sadece varoluşsal bir güvenlik önlemidir.

Temelde sen tamamen özgürsün ama bir kez seçtiğinde seçiminin kendisi bir sınırlama getirir.

Şayet tam olarak özgür olmak istersen o zaman seçme. Seçimsiz farkındalık öğretisinin devreye girdiği yer burasıdır. Büyük ustaların sadece farkında olun ve seçmeyin demelerindeki ısrar niyedir? Çünkü seçim yaptığın an tüm özgürlüğünü yitirmişsindir, sadece bir kısım ile kalmışsındır. Ancak seçimsiz kalırsan özgürlüğün bütün kalır.

Tamamıyla özgür olan sadece bir tek şey vardır ve bu da seçimsiz farkındalıktır. Başka her şey sınırlıdır.

Bir kadını seversin; o güzeldir ama çok fakirdir. Sen zenginliği seversin; çok çirkin, iğrenç ama çok zengin başka bir kadın var. Şimdi seçmek zorundasın. Ve hangisini seçersen seç acı çekeceksin. Eğer güzel ve fakir kızı seçersen, sürekli tüm bu zenginlikleri boşuna kaçırdığına pişman olacaksın çünkü birkaç günlük bir alışma devresinden sonra güzelliği sıradan bir şey olarak algılarsın, onu görmezsin. Ve güzellikle ne yapacaksın? Bir araba alamazsın, bir ev alamazsın, hiçbir şey alamazsın. Şimdi güzelliği al da başına çal; başka ne yapacaksın? Ve zihin kararın yanlış olduğunu düşünmeye başlar.

Fakat mide bulandırıcı, çirkin kadını seçersen paranın satın alabileceği her şeye sahip olabilirsin: Bir saray, hizmetçiler, tüm eşyalar ama bu kadına katlanmak zorundasın; sadece katlanmak değil "Seni seviyorum" demek zorundasın. Ve ondan nefret bile edemezsin, o çok iğrençtir. Nefret etmek için bile kişinin iğrenç olmayan birisine ihtiyacı vardır çünkü nefret bir ilişkidir. Ve sen bu arabaların ve sarayın ve bahçenin tadını çıkaramazsın çünkü kadının iğrenç suratı seni devamlı takip ediyor olacak. Ve o senin onunla evlenmediğini, onun zenginliği ile evlendiğini bilir, o yüzden de sana bir sevgili gibi değil bir uşak gibi davranacaktır. Ve hakikat budur: Sen onu sevmedin. O zaman sen yoksul bir eve, sıradan yiyeceklere sahip olmanın daha iyi olacağını düşünmeye başlayacaksın; en azından kadın güzeldi, ondan hoşlanabilirdin. Bunu seçmekle ahmaklık yapmışsın.

Ne seçersen seç pişman olacaksın çünkü diğeri kalacaktır ve peşini bırakmayacaktır.

Şayet bir kimse mutlak özgürlük isterse, o zaman seçimsiz farkındalık tek cevaptır.

Ve ben devrim yerine başkaldırıya yönel dediğim zaman, seni tam bir bütüne yaklaştırıyorum. Devrimde bölünmen kaçınılmazdır, ya bir şeyden ya da bir şey için. Her ikisine birden sahip olamazsın çünkü onlar farklı uzmanlıklar gerektirir. Ancak başkaldırıda her iki nitelik bir araya gelmiştir.

Bir heykeltıraş bir heykel yaparken her ikisini de uygular; taşı yontuyor —taşın olduğu şekli yok ediyor— ve o taşı yok ederek önceki halinden daha güzel bir heykel yaratıyor. Yok etmek ve yaratmak bir arada olur; ayrı değillerdir.

Başkaldırı tamdır.

Devrim yarım yarımdır ve devrimin tehlikesi de budur. Sözcük güzeldir ama asırlar boyunca bölünmüş bir zihinle özdeşleşmiştir. Ve ben her türden bölünmeye karşıyım çünkü onlar seni şizofren yapacaktır.

Artık kölelikten kurtulan bütün ülkeler hayal bile edilemeyecek bir keder içinden geçiyorlar. Köle oldukları zamandaki gibi değildir ve onlar üç yüz ya da dört yüz yıldır köledirler. O zamanlarda asla böylesi bir mutsuzlukla karşılaşmamışlardı; fakat, yalnızca yirmi otuz yılda öylesine bir cehennemin içinden geçiyorlar ki "Neden özgürlük için savaşıyorduk? Özgürlük buysa, o zaman kölelik çok daha iyiydi" diye merak ediyorlar. Kölelik hiçbir zaman iyi değildi. Sadece bu insanlar yarım özgürlüğü seçmişlerdir.

Diğer yarısı da elde edilebilir ama devrime neden olan insanlarla değil. Diğer yarısı çok farklı türden bir zekâ ve bilgelik gerektirecektir. Ve öldüren, bombalar fırlatan ve trenleri ve karakolları ve postaneleri ateşe veren devrimciler; bu insanlara artık gerek yoktur.

Ailemde sadece büyükbabam amcamların üniversiteye gönderilmesine karşıydı. Onları oraya göndermeyi bir şekilde başaran babamdı. Büyükbabam, "Bilmiyorsun. Bu çocukları biliyorum. Sen onları üniversiteye yolluyor olacaksın ama onların sonu hapiste bitecek; ortam böyle" dedi.

Devrimin çoğunluğuna öğrenciler, genç insanlar tarafından önderlik edildi. Hayat hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı —hiçbir şey deneyimlememişlerdi— fakat enerjileri vardı, canlılardı; onlar gençti ve özgür olmak gibi bir romantik fikre sahiplerdi. Her şeyi yaptılar; bomba yaptılar ve bombaları attılar ve bürokratları ve politikacıları öldürdüler. Bunların hepsini yaptılar. Ve cezaevinden bırakıldıklarında, ansızın bir baktılar ki tüm güce sahipler ama onu kullanacak becerilere sahip değiller. Zekâları da yoktu; bununla ne yapmalıydılar? Onlar rol yaptı. Bu çılgınlıktan keyif aldılar ve ülke de o an için zevk aldı —artık kendi insanlarımız iktidarda— fakat bir süre sonra birbirleri ile savaşmaya başladılar.

Sorun devrimdir ve zannediyorum bu hep böyle olacaktır. Belli türden insanlar tarafından üstlenilir ve tüm güç onların eline geçer. Gücü arzulamak insani bir şeydir. Devrimciler bu gücü başka birilerine vermek istemeyecektir fakat bu tam olarak yapılması gereken şeydir. Daha bilge olan —yaratıcı, zeki— ülkeye yeni teknoloji getirmek için tüm yolları bulmaya yardım edecek, yeni tarımsal yöntemler bulacak; ülkeyi yeni endüstrilerle tanıştırabilecek; ülkenin kapılarını dünya çapındaki yatırımcılara açabilecek yeni insanlar bulunmak zorundadır.

Fakat Hindistan'da tam tersi gerçekleşti. Ülke günden güne parçalanmaya başladı; kötüye gitmeye başladı ve o kötü gitmeye devam etti ve hiç kimse yanlış insanların iktidarda olduğu basit gerçeğine parmak basamadı.

Devrimcileri onurlandır, onlara ödüller ver, onlara armağanlar ver, evlerine asabilecekleri altın harflerle yazılmış sertifikalar ver fakat onlara iktidarı verme.

Tüm devrimlerin felaketle sonuçlanan hallerini gördükten sonra bireysel bir şey olan başkaldırıyı düşünmeye başladım. Ve birey kendi seçimsiz farkındalığının içinde yok ediciliğin ve yaratıcılığın güçlerini sentezleme kapasitesine sahip olabilir.

Ve şayet pek çok insan hiç kimseye karşı olmayan ama sadece senin koşullanmana karşı olan bu başkaldırının içinden geçebilirse ve kendi içlerinde yeni bir insanoğlunu ortaya çıkarabilirse, o zaman bu problemi çözmek zor değildir.

Devrimin modası geçmek zorundadır.

Savaşarak ve mücadele ederek dünyayı ve onun durumunu dönüştürebileceğini mi düşünüyorsun? Savaşıp mücadele ettiğin şu insanlar gibi olacaksın; hayatın temel kanunlarından biri budur. Düşmanlarını çok dikkatli seç! Dostlarını çok önemsemeden seçebilirsin. Dostların hakkında çok endişelenmene gerek yok çünkü onlar, senin üzerinde düşmanlarınla aynı etkiye sahip değildir. Savaş sırasında aynı stratejileri, aynı taktikleri uygulamak zorunda kalacaksın ve bu stratejileri ve taktikleri yıllar ve yıllar boyunca kullanmak zorunda kalacaksın; onlar seni koşullandıracak. Yüzyıllar boyunca olan şey budur.

Joseph Stalin, komünizm ele geçirmeden önce Rusya'yı yönetmiş olan çarlardan çok daha tehlikeli bir çar olduğunu göstermiştir. Niçin? Çünkü Stalin stratejiyi çarlardan öğrenmiştir. Çarlarla savaşarak onların kullandığı aynı taktikleri öğrenmiştir. Onun tüm yaşamı savaşarak, şiddet uygulayarak geçmişti, iktidara geldiğinde açık bir şekilde Stalin çok daha tehlikeli bir çar olmuştu çünkü o, çarlara karşı başarı kazanmıştı. Onlardan daha kurnaz, daha vahşi, daha hırslı ve daha makyavelist olmalı. Aksi taktirde onun için çarları yenilgiye uğratmak imkânsız olurdu.

Ve o bunu çok daha büyük bir ölçekte yapmıştır: tüm çarları yenmiştir! Tüm çarlar bir araya getirilse, tek başına Joseph Stalin'in işlediği kadar cinayet ve uyguladığı şiddet kadar etmezler. Stalin dersini o kadar iyi öğrenmişti ki devrimin lideri Lenin'in onun tarafından zehirlendiğinden şüphe duyulmaktadır. İki numaralı adamdı, Lenin hastaydı ve ilaçmış gibi yavaşça ona zehir verildi ve zehirlenerek öldü. Lenin yaşamış olsaydı Stalin üç numaralı adam olacaktı çünkü başka bir adam, iki numaralı Lev Troçki vardı. O nedenle Stalin'in ilk önceliği Lenin'i öldürmekti —Lenin'i o öldürdü— ve ikincisi de Troçki'yi öldürmekti ve onu da yaptı. Artık Stalin iktidardaydı ve bir kez iktidara geçtiğinde herkesi; tüm Politbüro üyelerini ve yavaş, yavaş da en üst düzeydeki komünist liderleri öldürmeye başladı. Çünkü onların hepsi stratejileri biliyordu, onlar ortadan kaldırılmalıydı.

Bu tüm dünyadaki bütün devrimlerde gerçekleşmiştir. Bu dünya çok güzel bir dünyadır ama o yanlış ellerdedir. Ancak ben bunu söylediğimde bu yanlış ellerle savaşmaya başlamalısın demek istemiyorum. Söylemek istediğim şey, lütfen sen şu yanlış ellerden olmadır, hepsi bu.

Ben devrimi öğretmiyorum, ben başkaldırıyı öğretiyorum ve aradaki fark çok büyüktür. Devrim politiktir; başkaldırı ise dinidir. Devrim kendini bir parti olarak, bir ordu olarak organize etmene ve düşmana karşı savaşmana gereksinim duyar. Başkaldırı senin bir birey olarak başkaldırdığın anlamına gelir; bu tekerleğin tümünün dışına basitçe çıkarsın. En azından doğayı yok etmemelisin.

Ve eğer giderek daha çok insan ayrılırsa dünya kurtulabilir. Gerçek devrim bu olacaktır, o politik değil manevi olacaktır. Eğer giderek daha çok insan eski zihnin ve onun yöntemlerinin dışına çıkarsa, eğer giderek daha çok insan sevgi dolu; hırsı, açgözlülüğü olmayan hale gelirse, eğer giderek daha çok insan artık iktidarla, politikayla, prestijle ve saygınlıkla ilgilenmezse... Eğer daha çok insan eski, kokuşmuş oyunun dışına çıkarsa ve hayatlarını kendi istedikleri şekilde yaşarsa... Bu eskiye karşı bir mücadele değildir, bu sadece geçmişin pençelerinden kurtulmaktır. Ve bu onu zayıflatmanın tek yoludur; bu onu yok etmenin tek yoludur.

Şayet milyonlarca insan basit bir biçimde politikacıların ellerinden kurtulursa, politikacılar kendiliğinden ölecektir. Onlarla savaşamazsın. Eğer onlarla savaşırsan sen kendin bir politikacı haline dönüşeceksin. Onlara karşı mücadele verirsen sen kendin hırslı ve açgözlü hale gelirsin ve bunun bir yararı olmayacaktır. Sen bırakan ol. Ve senin küçük bir hayatın var: Elli, altmış, yetmiş yıl daha burada olabilirsin, dünyayı değiştireceğini umut edemezsin fakat dünyayı hâlâ sevebileceğini ve ondan keyif alabileceğini umut edebilirsin.

Mümkün olduğunca bu yaşamın olanaklarını kutlamak için kullan. Onu mücadele ve savaşmakla heba etme.

Ben politik bir güç mü oluşturmaya çalışıyorum; hayır hiç de değil. Tüm siyasi devrimler o kadar ciddi biçimde başarısız olmuştur ki yalnızca kör insanlar onlara inanmayı sürdürebilir. Gözleri olanlardır sana yeni bir şey öğretmesi kaçınılmaz olan. Bu yeni bir şey. Bu daha önce de yapılmıştı fakat çok büyük bir ölçekte değil. Şimdi biz bunu daha büyük bir ölçekte yapmalıyız; milyonlarca insan bırakanlar haline gelmeli! Bırakan olmakla toplumu terk etmeyi ve dağlarda yaşamayı kastetmiyorum. Toplumda yaşamaya devam et fakat hırsı, açgözlülüğü ve nefreti terk et. Toplumda yaşa ve sevgi dolu ol ve bir hiç kimse olarak yaşa; o zaman keyif alabilir ve kutlayabilirsin. Ve kutlayarak ve keyif alarak mutluluk dalgalarını diğer insanlara yayacaksın.

Tüm dünyayı değiştirebiliriz fakat mücadele ile değil; bu kez değil. Bu kadarı yeter! Bu dünyayı kutlayarak, dans ederek, şarkı söyleyerek, müzikle, meditasyonla, sevgi ile değiştirebiliriz. Mücadele ile değil.

Yeninin olabilmesi için eski kesinlikle ortadan kalkmalıdır ancak lütfen beni yanlış yorumlama. Kesinlikle eski yok olmalıdır. Ancak senin içindeki eski dışındaki değil. Toplumun eski yapısından bahsetmiyorum; yeninin gelebilmesi için ortadan kalkması gereken zihninin eski yapısından bahsediyorum. Ve zihnin eski yapısının dışına çıkan tek bir kişi bile pek çok kişinin hayatlarını dönüştürebilmesi için öylesine büyük bir alan yaratır ki bu inanılmaz, hayal edilemez, anlaşılamaz bir şeydir. Kendisini dönüştüren tek bir kimse bir tetiğe dönüşür; o zaman pek çoğu değişmeye başlar. Onun varlığı bir katalizöre dönüşür.

Benim öğrettiğim başkaldırı budur: Eski yapının dışına çık, eski açgözlülüğün dışına çık, eski idealizmin dışına çık. Sen sessiz, meditasyon halinde, sevgi dolu bir kimse haline gel. Daha çok bir dans haline gel ve sonra ne olduğuna bak. Bir kimsenin er ya da geç senin dansına katılması kaçınılmazdır ve sonra giderek daha çok insan bunu yapacaktır. Benim yaslandığım hiçbir siyaset yoktur. Ben politikaya tamamen karşıyım. Evet, yeninin olması için eski yok olmalıdır ancak eski senin içinde yok olmalıdır, o zaman yeni mevcut olacaktır. Ve bir kez yeni senin içinde olduğunda yeni bulaşıcıdır yayılır; o diğer insanlara bulaşır.

Coşku bulaşıcıdır! Kahkaha at ve diğerlerinin kahkaha atmaya başladığını göreceksin. Aynısı üzüntü için de geçerlidir: Üzüntü duy ve senin asık suratına bakan bir kimse hemen üzülmeye başlayacaktır. Biz ayrı değiliz, biz birbirimize bağlıyız, o nedenle bir kimsenin kalbi kahkaha atmaya başlarsa pek çok kalbe dokunur; hatta bazen çok uzak kalplere bile. Sen öylesine uzak yerlerden gelmişsindir; bir şekilde benim kahkaham sana ulaşmıştır, benim sevgim sana ulaşmıştır. Bir şekilde, gizemli bir şekilde, benim varlığım senin varlığına dokunmuştur ve sen buraya tüm zorluklara rağmen gelmişsindir.

Ancak ben sana hiçbir şeye karşı mücadele etmeyi öğretmiyorum. Ne zaman bir şeye karşı mücadele edersen tepkisel bir hale gelirsin çünkü bu bir tepkidir. Bir şeye takıntılı hale gelirsin, ona karşısın ve karşı olduğun şeyin sana hükmedecek olması için her türlü olasılık vardır; belki negatif bir şekilde ama o sana hükmedecektir.

Friedrich Nietzsche İsa'ya çok fazla karşıydı. Ancak benim Friedrich Nietzsche'ye ilişkin analizim şudur: o sırf ona karşı olduğu için İsa'dan aşırı düzeyde etkilenmiştir. O takıntılıydı; o kendi içinde gerçekten bir İsa Mesih olmaya çalışıyordu. Onun büyük kitabı Böyle Buyurdu Zerdüşt yeni bir İncil yaratma çabasıdır. Kullandığı dil, benzetmeler, şiirsellik İsa'yı andırır ve Nietzsche ona aşırı derece karşıdır. O hiçbir fırsatı kaçırmamıştır; şayet İsa'yı kötüleyebilecekse hemen onu kötüleyiverirdi. Fakat insan yeniden ve yeniden İsa'yı hatırlar. O takıntılıydı. Hayatının son safhalarında, delirdiğinde mektuplarını "İsa-Karşıtı Friedrich Nietzsche" olarak imzalamaya başladı. Çıldırdığında bile İsa'yı unutamamıştı. Önce "İsa-Karşıtı" yazıp sonra ismini yazardı. Tüm hayatına hükmeden İsa takıntısını, derin kıskançlığı görebilirsin. Onun muazzam yaratıcılığını mahvetti bu. O bir asi olabilirdi ama o kendisini tepkisel birisine indirgedi. O hayata yeni bir şey getirebilirdi ama yapamadı. O, İsa'ya takıntılı olarak kaldı.

Ben hiç kimseye ya da hiçbir şeye karşı değilim. Ben senin hiçbir şeyden özgürleşmeni istemiyorum, ben senin basitçe özgür olmanı istiyorum. Farkı gör: bir şeyden özgürleşmek asla tam değildir; "bir şeyden" onu geçmişe hapis olmuş halde tutar. Bir şeyden özgürleşmek asla gerçek özgürlük olamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder