UÇMA KORKUSU

Gitanjali'de Rabindranath Tagore şöyle söyler:

"İnatçılık engeldir fakat onu kırmaya çalıştığımda kalbim acır. İstediğim şey özgürlüktür ancak onu umut etmek beni utandırır. Sende paha biçilmez bir zenginlik olduğuna eminim ve senin tarzın benim en iyi dostumdur. Ancak odamı dolduran sahte parlaklığı süpürüp atacak yüreğe sahip değilim. Üzerimi kaplayan kefen, toprağın ve ölümün kefenidir. Ondan nefret ediyorum ancak yine de ona sevgiyle sarılıyorum. Çok borcum var, hatalarım büyük, utancım saklı ve ağır. Ancak kendi iyiliğimi istemeye sıra geldiğinde dualarım kabul olursa diye korkudan dizlerim titrer."

Rabindranath Tagore, en çağdaş ve aynı zamanda en eski insanlardan biridir. Onun sözleri modern zihin ile dünyanın en eski ermişlerinin arasında bir köprüdür. Özellikle de onun Gitanjali kitabı insan evrimine, insan bilincine yapmış olduğu en büyük katkıdır. O yirminci yüzyılda ortaya çıkmış en nadir kitaplardan birisidir. Rabindranath sıradan anlamı ile dindar bir insan değildir. O en ilerici —geleneksel, ortodoks olmayan— düşünürlerden birisidir ama onun büyüklüğü onun çocuksu masumiyetinde saklıdır. Ve belki de bu masumiyeti nedeni ile o evrensel ruhun aracı haline gelebilmiştir. O en üst kategoriye ait bir şairdir ve ayrıca bir mistiktir. Böyle bir kombinasyon sadece bir ya da iki kez gerçekleşmiştir; Halil Cibran'da, Friedrich Nietzsche'de, Rabindranath Tagore'da. Bu üç kişi ile tüm kategori tamamlanmıştır. İnsanlığın uzun tarihi içerisinde o sıradışıdır. Çok büyük şairler ve çok büyük mistikler olmuştur. İçinde biraz mistisizm olan büyük şairler olmuştur. Ve kendisini şiir ile ifade etmiş büyük mistikler olmuştur; ancak onların şiiri muhteşem değildir. Rabindranath garip bir haldedir.

İki güzel kadına âşık olup sürekli başı derde giren bir adam duymuştum çünkü tek bir kadın bile yeterince beladır. Her iki kadın da onun kimi daha çok sevdiğini bilmek istiyordu. Onu gölde bir motorlu tekne ile geziye götürdüler ve gölün ortasında tekneyi durdurup adama dediler ki: "Artık bir karar verilmeli çünkü bu yüreğimizi acıtıyor... Bir kez bilirsek yavaş, yavaş ona alışabiliriz; onu kabul edebiliriz. Ancak karanlıkta kalmak ve sürekli bunu düşünmek içimizde bir yara oldu."

Adam, "Sorun nedir? Doğrudan sorun" dedi. İki kadın da aynı anda, "Sorumuz şu, kimi en çok seviyorsun?" diye sordular.

Adam derin bir sessizliğe gömüldü —gölün ortasında çok garip bir durumdu— ancak adam çok esprili birisi olmalıydı. "Her birinizi diğerinden daha çok seviyorum" dedi. Ve her iki kadın da tatmin olmuştu. İstedikleri şey buydu.

Rabindranath'ın daha büyük bir şair mi yoksa daha büyük bir mistik mi olduğunu söylemek zordur. O her ikisidir de — ikisi de birbirinden büyüktür— ve hatta yirminci yüzyılda bile.

Rabindranath Hindistan ile sınırlı bir adam değildir. O bir dünya gezginidir. Batı'da eğitim görmüştür. Ve sürekli değişik ülkelerde dünyayı dolaşmıştır; o bir gezgin olmayı sevmiştir. O evrenin vatandaşıdır. Ancak yine de onun kökleri Hindistan'ın derinliklerinde idi. O güneşe doğru bir kartal gibi uçmuş olabilir ama devamlı olarak küçük kafesine geri dönmüştür. Ve o asla Hindistan'ın, onun ne kadar tozla kaplı olduğunun bir önemi olmadan manevi mirasını yitirmemiştir. Onu temizleyip kişinin kendisini görebileceği bir ayna yapabilme kapasitesi vardı. Onun Gitanjali'deki şiirleri varoluşa sunulmuş nağmelerdir. Gitanjali sözcüğünün anlamı budur: Sunulan nağmeler. O hep, "Sunabileceğim başka hiçbir şey yok ben fakir bir kuşum ya da bir kuş kadar zenginim. Her sabah taze ve yeni, şükranla dolu bir şarkı söyleyebilirim. Benim duam budur" derdi.

O asla bir tapınağa gitmedi, o asla geleneksel bir şekilde dua etmedi. O bir Hindu olarak doğdu ama onu insanlığın belirli bir mezhebi ile sınırlamak doğru olmaz. Ona pek çok kez, "Kelimelerin o kadar dindarlık kokuyor, maneviyatla o kadar ışıldıyor, bilinmeyen ile öylesine canlı ki madde dışında hiçbir şeye inanmayanlar bile etkileniyor, onların kalbine dokunuyor. Ama sen asla bir tapınağa gitmezsin, sen asla kutsal metinleri okumazsın" demişlerdi.

Onun yanıtı senin için son derece önemlidir. "Kutsal metinleri hiç okumadım; aslında onlardan uzak durdum. Çünkü benim kendime ait aşkın deneyimlerim var ve başkalarının sözlerinin benim orijinal, hakiki, bireysel deneyimlerimle karışmasını istemiyorum. Tanrıya kalp atışımı aynen sunmak istiyorum. Başkaları bilmiş olabilir —başkaları kesinlikle bilmiştir— ancak onların bilgisi benim bilgim olamaz. Sadece benim deneyimim beni tatmin edebilir, arayışımı bitirebilir, varoluşa güvenmemi sağlayabilir. Ben inançlı birisi olmak istemiyorum" dedi.

Bunlar anımsanması gereken sözlerdir: "Ben inançlı bir insan olmak istemiyorum; ben bilen birisi olmak istiyorum. Ben bilgili birisi olmak istemiyorum; ben yeterince masum olup varoluşun gizlerini bana açmasını istiyorum. Ben bir aziz olarak tapınılmak istemiyorum." Ve gerçek şudur ki yirminci yüzyılın bütününde Rabindranath Tagore'dan daha kutsal bir kimse yoktu ama o bir aziz olarak kabul edilmeyi reddetti.

"Benim sadece tek bir arzum var; tüm potansiyelini, varlığının tüm çiçeklerini varoluşun ilahi bilinmeyenine sunan bir şarkıcı olarak, bir dansçı olarak, bir şair olarak anımsanmaktır. Ben tapınılmak istemiyorum; ben bunu bir aşağılanma olarak görüyorum... çirkin, insanlık dışı ve dünyadan tamamen kaldırılması gereken. Her insan Tanrı'yı taşır; her bulut, her ağaç, her deniz Tanrısallıkla doludur, o yüzden kim kime tapınacak?" dedi.

Rabindranath asla bir tapınağa gitmedi, asla bir Tanrı'ya ibadet etmedi, o asla geleneksel şekilde bir aziz olmadı. Ancak bana kalırsa o dünyanın gördüğü en büyük azizlerden birisi idi. Onun azizliği her sözcüğünde ifade edilmişti.

"İnatçılık engeldir fakat onu kırmaya çalıştığımda kalbim acır. İstediğim şey özgürlüktür ancak onu umut etmek beni utandırır."

O sadece kendisi hakkında değil, tüm insan bilinci hakkında bir şey söylüyor. Böyle insanlar kendisi hakkında konuşmazlar, onlar tüm insanlığın tam kalbi hakkında konuşurlar.

İnatçılık engeldir... Engeller büyüktür. Özgürlüğümü engelleyen zincirler... Onlara fazlasıyla bağlandım. Onlar artık benim için zincir değildir; onlar benim süslerim haline gelmiştir. Onlar altından yapılmıştır, çok kıymetlidir. Ancak kalbim acır çünkü bir yandan özgürlüğümü isterken, bir yandan da beni özgürlüğümden alıkoyan zincirleri kıramıyorum. Bu zincirler, bu bağlar, bu ilişkiler benim hayatım haline gelmiştir. Sevdiğim olmadan, tek başıma, derin sessizlik içerisinde kendimi düşünemiyorum. Şarkılarım da benim prangalarım olmuştur, o nedenle onu kırmaya çalıştığımda kalbim acır. İstediğim şey özgürlüktür.

Her insanoğlunun durumu budur. Kalbi gökyüzünde bir kuş misali uçmak istemeyen, en uzak yıldızlara ulaşmak istemeyen ama aynı zamanda da yeryüzüyle derin bir bağ olduğunu bilmeyen bir insan bulmak zordur. Onun kökleri yeryüzünün derinlerindedir. Onun bölünmüşlüğü kendi mahkûmiyetine bağlanmış olması ve en derindeki özleminin ise özgürlük olmasındandır. O kendisine karşı bölünmüştür.

En büyük mutsuzluk, kaygı budur: Seni zincire vuran dünyayı terk edemezsin; hayatta sana engel teşkil edenleri terk edemezsin çünkü onlar da senin bağlarındır, senin keyiflerindir. Onlar da bir şekilde senin gururunu besler. Sen ne onu terk edebilirsin, ne de bu dünyaya ait olmadığını, yuvanın başka bir yer olması gerektiğini unutabilirsin çünkü rüyalarında her zaman çok uzak yerlere uçuyor, uçuyorsun.

İstediğim şey özgürlüktür ancak onu umut etmek beni utandırır. Niçin bir kimse özgürlüğü umut ettiği için utanır? Çünkü kimse seni engellemiyor. Tam şu an özgür olabilirsin. Ancak şu bağlar...onlar sende çok derine inmiştir; onlar neredeyse senin varoluşunun kendisi haline gelmiştir. Onlar belki sana mutsuzluk getiriyordur ama onlar sana mutluluk anları da getiriyor. Ayakların için zincir yaratıyordur ama sana dansla dolu anlar da veriyordur.

Bu her zeki insanın yüzleşmesi gereken garip bir durumdur; toprakta köklenmiş durumdayız ve gökte uçmak için kanat istiyoruz. Köklerimizden koparılamayız çünkü toprağımız bizim besinimiz, yiyeceğimizdir. Ve kanatları hayal etmeyi durduramayız çünkü o bizim canımızdır, o bizim ruhumuzun kendisidir, bizi insan yapan şey budur.

Hiçbir hayvan acı çekmiyor; tüm hayvanlar oldukları halleriyle son derece memnunlar. İnsandır doğuştan tatminsiz olan yegâne hayvan; o yüzden de utanç vardır, çünkü o bilir ki: "Ben özgür olabilirim."

Şu eski hikâyeyi hep sevmişimdir:

Bir adam, büyük bir adam, bir özgürlük savaşçısı dağlarda seyahat ediyordu. Gece için bir kervansarayda kaldı. Altın bir kafeste, sürekli "Özgürlük! Özgürlük!" diye tekrar eden güzel bir papağan görünce şaşırdı. Ve orası, papağan "Özgürlük!" diye tekrar ettiğinde sesinin dağlarda, vadilerde yankılandığı bir yerdi.

"Pek çok papağan görmüştüm ve bu kafeslerden özgürleşmek istediklerini düşünmüştüm... fakat hiçbir zaman sabahtan gece uyuyana kadar, bütün gününü özgürlük isteyerek geçiren bir papağan görmemiştim" diye düşündü. Aklına bir fikir geldi. Gecenin bir yarısında uyanıp kafesin kapısını açtı. Sahibi derin uykudaydı ve o papağana sessizce, "Şimdi çık dışarı" dedi.

Ancak papağanın kafesin çubuklarına sıkı sıkı tutunduğunu görünce şaşırdı. Ona tekrar tekrar "Özgürlüğü unuttun mu? Hadi dışarı çık! Kapı açık ve sahibin uykuya dalmış durumda; kimse asla bilemeyecek. Sen sadece gökyüzüne uç; tüm gökyüzü senindir" dedi.

Fakat papağan öyle güçlü ve öyle sıkı bir şekilde tutunuyordu ki "Sorun nedir? Delirdin mi?" dedi. Papağanı kendi elleriyle almaya çalıştı ama papağan onu gagalıyordu ve aynı zamanda da "Özgürlük! Özgürlük!" diye bağırıyordu. Gecenin içinde vadi yankılandı ve yeniden yankılandı. Adam da inatçıydı, o bir özgürlük savaşçısıydı. Papağanı dışarı çekti ve gökyüzüne fırlattı; elleri acısa da tatmin olmuştu. Papağan ona mümkün olduğunca çok büyük bir güçle saldırmıştı ama adam bir ruhu özgürleştirdiği için son derece tatmin olmuştu. Uyumaya gitti.

Sabahleyin uyanırken papağanı, "Özgürlük! Özgürlük!" diye bağırırken duydu. Belki de papağan bir ağacın üzerinde ya da bir kayanın üzerinde duruyordur diye düşündü. Ancak dışarı çıktığında papağan kafesin içinde oturuyordu. Kapı açıktı.

Bu hikâyeyi seviyorum çünkü çok doğru. Özgür olmak isteyebilirsin ama kafesin belli güvenceleri vardır, güvenliği vardır. Papağanın kafeste yiyecek hakkında endişe etmesine gerek yoktur, düşmanlar hakkında endişe etmesine gerek yoktur, dünyadaki herhangi bir şey için endişe etmesine gerek yoktur. O rahattır, o altındandır. Başka hiçbir papağanın böylesi değerli kafesi yoktur.

Senin gücün, senin zenginliğin, senin saygınlığın; bunların hepsi senin kafeslerindir. Ruhun özgür olmak ister ancak özgürlük tehlikelidir. Özgürlüğün sigortası yoktur. Özgürlüğün güvenliği, güvencesi yoktur.

Özgürlük bıçak sırtında yürümektir; her an tehlikede, kendi yolunda savaşarak. Her an bilinmeyenden bir meydan okumadır. Bazen çok sıcaktır ve bazen de çok soğuktur. Ve sana bakacak hiç kimse yoktur. Kafeste sorumlu olan sahibindir. Soğuk olduğunda o örtü ile kafesi kaplıyordu; sıcak olduğunda da o yakınlara bir vantilatör koyardı. Özgürlük muazzam bir sorumluluk demektir; sen tek başınasın ve kendinlesin.

İstediğim şey özgürlüktür ancak onu umut etmek beni utandırır derken Rabindranath haklıdır çünkü bu bir umut etme meselesi değildir; bu bir risk alma meselesidir.

Sende paha biçilmez bir zenginlik olduğuna eminim ve senin tarzın benim en iyi dostumdur. Ancak odamı dolduran sahte parlaklığı süpürüp atacak yüreğe sahip değilim.

Özgürlüğün dünyasında, özgürlüğün deneyimlenmesinde paha biçilmez zenginlikler olduğundan eminsin. Ancak bu emin olma hali de senin arzunun, senin özleminin yansımasıdır; nasıl emin olabilirsin? Sen emin olmak istersin. Özgürlük için bir özlem olduğunu bilirsin. Boşu boşuna bir özgürlük için olamaz; zengin bir şey, paha biçilmez bir şey için olmalı. Cesaret toplayabilmek için bir emin olma hali yaratıyorsun ki bu sayede bilinmeyenin içine sıçrayabilesin.

... Ve senin tarzın benim en iyi dostumdur. Ancak bunlar güzel rüyalardır, bunlar umutlardır; emin olmak senin kafesindir, onun güvencesidir. Ancak odamı dolduran sahte parlaklığı süpürüp atacak yüreğe sahip değilim. Bunlar zihindeki güzel fikirlerdir.

Üzerimi kaplayan kefen, toprağın ve ölümün kefenidir. Ondan nefret ediyorum ancak yine de ona sevgiyle sarılıyorum.

Bedeninin öleceğini biliyorsun. Aslında bedenin ölü malzemeden yapılmıştır; o zaten ölüdür. O canlı gibi görünür çünkü onun içinde canlı bir şey vardır. O senin içindeki bir misafir yüzünden sıcaklık ve canlılık yayar. Bu misafir uzaklara uçup gittiği an bedenin gerçekliği sana kapılarını açacaktır.

Rabindranath der ki bedenlerimiz tozdan ve ölümden yapılmıştır. Ondan nefret ediyorum ancak yine de ona sevgiyle sarılıyorum. Ancak sen bir kadına âşık olduğunda, o zaman iki iskelet birbirine sarılıyordur; her ikisi de cildin sadece iskeleti kaplayan bir şey olduğunu bilir. Şayet birbirinizi gerçek bir çıplaklıkta görebilseydiniz —yalnızca elbisesiz değil, cildin de olmadan çünkü gerçek elbise budur— o zaman şok olabilirdiniz ve sonsuza dek birlikte yaşamak için söz verdiğin sevgilinden son hızla kaçardın. Arkana bile bakmazdın ve hatta olayı hatırlamak bile istemezdin.

Hindistan imparatorlarından Şah Cihan'ın sarayında şöyle bir olay olmuştu: O bir kadına âşık olmuştu ancak kadın onunla evlenmeye istekli değildi.

O bir beyefendi olmalı ki onu ikna etmeye çalıştı; yoksa onu zorlayabilirdi. Fakat kadın onun korumalarından birisine âşık olmuştu. Ve bunu öğrendiğinde gerçekten çok öfkelendi. Her ikisi de hemen yakalanıp saraya getirildi.

Şah Cihan ikisinin de kafasını hemen oracıkta kesmek üzereydi. Ancak çok yaşlı bir adam olan veziri —o babasının da vezirliğini yapmıştı ve Şah Cihan ona çok saygı duyardı— "Bunu yapma. Biraz daha bilgece davran; bu yeterli bir ceza değil. Ben onlara doğru cezayı vereceğim" dedi. Her ikisinin de sarılı ve çıplak olarak birbirine bağlanmasını ve mahkemedeki bir sütuna zincirlenmelerini emretti. Mahkemenin diğer üyeleri gözlerine inanamadı; bu nasıl bir cezalandırmaydı? Bu bir ödüle benziyordu; birbirine sarılmak hep onların istedikleri bir şeydi. Ama onlar yanılmıştı.

Bu yaşlı adamın gerçekten muhteşem bir psikolojik kavrayışı olmalı. Bu iki âşık da merak etmişti: "Bu nasıl bir ceza? Bu bir ödül!" Büyük bir aşkla birbirlerini kucakladılar.

Bir iple bağlanmışlardı, bu sayede birbirlerinden kaçamıyorlardı; sonra da bir sütuna bağlanmışlardı. Bir insanı ne kadar kucaklayabilirsin? Beş dakika, yedi dakika, yarım saat...? Yirmi dört saat sonra birbirlerinden nefret ettiler...böyle olmak zorundaydı, başka bir yolu yoktu. Terliyorlardı, bedenlerinin, dışkılarının kokusu tüm sarayı doldurdu... ve bir kaçış yolu yoktu. Yirmi dört saat sonra yaşlı adam, "Artık onlara elbiselerini verin ve özgür bırakın" dedi.

Ve onlar elbiselerini alır almaz ters yöne doğru kaçtılar, bir daha asla bir araya gelmediler; onlar yeterince bir arada kalmışlardı!

"Üzerimi kaplayan kefen, toprağın ve ölümün kefenidir. Ondan nefret ediyorum ancak yine de ona sevgiyle sarılıyorum."

İnsanın şizofrenisi, bölünmüş kişiliği böyle bir şeydir. Onun evi kendisine karşı bölünmüştür; o nedenle o huzuru bulamaz.

"Çok borcum var, hatalarım büyük, utancım saklı ve ağır. Ancak kendi iyiliğimi istemeye sıra geldiğinde dualarım kabul olursa diye korkudan dizlerim titrer. "

Bu satırlar, sadece Rabindranath'ın yine Gitanjali'den başka bir şiirini hatırlatırsam anlaşılabilir.

Bu şiirde der ki: "Tanrı'yı hafızam elverdiğince, çok pek çok hayat boyunca, var oluşun ta en başından beridir arayıp bulmaya çalışıyorum. Arada bir onu uzak bir yıldızın yanında görmüştüm ve bu mesafeden hoşnut kalıp dans ettim. Ne kadar büyük olsa da ulaşmak imkânsız değildir. Ve ben yıldıza doğru seyahat ettim ve ulaştım; ancak ben yıldıza ulaştığımda Tanrı başka bir yıldıza gitmişti. Ve bu böyle asırlarca sürüp gitti.

Bu meydan okuma o kadar büyüktü ki bir umuttan diğerine savruluyorum... onu bulmak zorundayım, aramanın içinde çok kayboldum. Aramanın kendisi o kadar ilgi çekici, o kadar gizemli, o kadar büyüleyiciydi ki Tanrı nerede ise bir bahaneye dönüştü; aramanın kendisi amaç haline gelmişti.

Ve şaşırtıcı bir şekilde bir gün çok uzaktaki bir yıldızda, üzerinde 'Bu Tanrı'nın evidir' yazan küçük bir işaretin olduğu bir eve ulaştım. Coşkum sınır tanımıyordu; en sonunda ulaşmıştım! Hemen merdivenlere doğru harekete geçtim, evin kapısına giden pek çok merdivene. Ancak kapıya giderek yaklaştığımda kalbimde ansızın bir korku belirdi. Kapıyı çalacakken hiçbir zaman bilemediğim, asla düşünmediğim, asla hayal etmediğim bir korku ile donup kaldım. Korku şuydu: Eğer bu ev gerçekten Tanrı'nın evi ise onu bulduktan sonra ben ne yapacağım? Artık Tanrı'yı aramak hayatımın ta kendisi oldu; onu bulmuş olmak intiharla eşdeğer olacak. Ve onunla ne yapacağım? Bu tip şeyleri daha önce hiç düşünmemiştim. Tanrı ile ne yapacağımı arayışa girmeden önce düşünmüş olmalıydım. Ayakkabılarımı elime aldım, sessizce ve çok yavaşça Tanrı'nın gürültümü duyup kapıyı açarak bana 'Nereye gidiyorsun? Buradayım içeri gel' diyebileceğinden korkarak geri döndüm. Merdivenlere ulaşır ulaşmaz daha önce hiç yapmadığım gibi koşarak uzaklaştım. Ve o zamandan beri her yöne bakarak —ve onun gerçekten yaşadığı yerdeki evden kaçınarak—Tanrı'yı aramaktayım. Artık bu evden uzak durulması gerektiğini biliyorum. Ve aramaya, arayışın, kutsal yolculuğun keyfini çıkararak devam ediyorum."

Bu öyküdeki kavrayış çok muazzamdır. Hakikat ile ne yapacağım diye asla düşünmemiş olan hakikat peşinde insanlar vardır. Onu yiyemezsin, onu satamazsın; hakikatin var diye bir başbakan olamazsın. En iyi ihtimalle hakikatin olduğu için insanlar seni çarmıha gerer.

Çok borcum var, hatalarım büyük, utancım saklı ve ağır. Ancak kendi iyiliğimi istemeye sıra geldiğinde dualarım kabul olursa diye korkudan dizlerim titrer derken haklıdır çünkü; Tanrı'dan, hakikatten, iyiden, güzelden bahsetmek iyidir. Onlar için anlaşmalar yapmak, üniversitelerin doktora dereceleri vermesi, Nobel komitesinin sana bir ödül vermesi iyidir. Bu şeyler hakkında konuşmak ve bir şeyler yazmak iyidir, ancak gerçekten bu deneyimlerin içine girersen o zaman başın derde girecektir. Onun söylediği de budur: Duamın kabul olacağından korkuyorum.

Tanrı'nın sağır olması iyidir. O duaları duymaz; yoksa başın derde girecektir. Duaların senin belalarını yaratacaktır çünkü duaların hayata geçiremeyeceğin kadar muhteşem şeyleri talep ederek çok romantik olacaktır. Bu şeyleri yaşayamayacaksın, çok ağır olacak ve senin sözde hayatına müdahale edecek; elem içerisinde olsa da yumuşak bir şekilde devam edecek.

Hakikat bir çarmıh haline gelir; hayat ağırlaşır. Hakikat bir Sokrates için zehir halini alır. Hallac-ı Mansur için hakikat ölüm haline gelir. İsa Mesih için çarmıha gerilme haline dönüşür hakikat. Ve sen, "Tanrım bana hakikati ver. Bana ilahi, tanrısal özellikler bahşet" diye dua edersin. Fakat Tanrı bilerek sağır olmuştur; böylelikle duaların duyulmaz olur ve sen her ikisinin de: mutsuz hayatının ve güzel dualarının keyfini çıkarabilirsin. Dualar duyulmayacak —sen kıskanç, öfkeli, nefretle dolu, egoizmle dolu kalabilirsin ve Tanrı'ya, "Beni alçakgönüllü yap ve 'kutsanmış olanlar uysal olanlar' olduğundan beni de uysal yap" diye dua etmeye devam edeceksin— fakat bilerek duyulmayacak.

Bu hiçbir kutsal metinde yazılı değildir ama ben kendi kişisel otoriteme dayanarak diyorum ki, altı günde dünyayı yarattıktan sonra Tanrı'nın yaptığı en son şey kendi kulaklarını sağırlaştırmaktı. O zamandan beridir hiçbir şey duymamıştır ve o zamandan beridir biz de ondan herhangi bir şey duymamışızdır.

O nedenle bu mükemmel bir biçimde iyi bir şeydir: sen sabah olunca kiliseye veya tapınağa veya camiye git ve — onun sağır olduğunu gayet iyi bilerek— muhteşem şeyler iste ve aynı çirkin, mutsuz kimse olmaya devam et. Sonra yarın sabah yine onu tekrar et ve iyi bir dua et. Bu son derece iyi bir düzenlemedir.

Rabindranath şiirinde çok büyük bir hakikati işaret ediyor: Gerçekten Tanrı'yı istiyor musun? Gerçekten hakikati istiyor musun? Gerçekten sessizlik istiyor musun? Eğer istiyorsan ve eğer dürüstsen utanç duyacaksın. Gerçekten bu şeyleri istemediğini kabul etmek zorunda kalacaksın. Sen sadece meditasyon yapıyormuş gibi yapıyorsun çünkü yıllardır meditasyon yaptığını biliyorsun ve hiçbir şey olmuyor. Korkmaya gerek yok; meditasyon yapabilirsin, hiçbir şey olmaz.

Bir kez bir şeyler olmaya başlarsa o zaman bela gelir. Bir kez seni çevreleyen kalabalığın kalbinde yeşermeyen bir şey senin hayatında yeşermeye başlarsa sen bir yabancı olacaksın, dışlanacaksın. Ve kalabalık asla yabancıları affetmez, kalabalık asla dışlananları affetmez; onları yok eder. O, yalnızca onları kendi zihinsel huzuru için yok etmek zorundadır.

İsa Mesih gibi bir adam sürekli bir baş belasıdır çünkü o, sana senin de aynı güzelliğe, aynı zarafete, aynı hakikate sahip olabileceğini hatırlatır ve bu canını acıtır. O seni aşağılık hissettirir ve hiç kimse aşağılık hissetmek istemez.

Ve aşağılık hissetmemek için iki yol vardır: Birincisi üstün olmaktır; bu zor ve uzun bir yoldur, tehlikelidir çünkü yalnız başına yürümek zorunda kalacaksın. Daha basit yol ise şu üstün adamı yok etmektir. O zaman tüm kalabalık eşit insanlardan oluşur. Hiç kimse üstün değildir hiç kimse aşağılık değildir. Herkes kendi tarzında kurnazdır, herkes yalancıdır, herkes suçludur. Herkes kıskançtır, herkes hırslıdır. Onların hepsi aynı teknededir ve onlar birbirlerinin dilinden anlarlar. Ve hiç kimse hakikat hakkında, Tanrı hakkında, meditasyon hakkında yaygara koparmaz.

İnsanlar bir Gautam Buda olmadan, bir Sokrates olmadan, bir Zerdüşt olmadan mutludur çünkü bu insanlar dağların yüksek zirveleri gibidir ve sen bir pigme gibi çok küçük görünürsün ve bu canını yakar. Develerin dağların yakınına asla gitmediği söylenir. Onlar çöllerde yaşamayı seçmişlerdir çünkü çölde onlar yürüyen dağlardır ancak dağların yanında ise onlar karınca gibi gözükür ve bu incitir.

En kolay yol dağları tamamen unutup "Bu dağların hepsi mitolojik, kurmacadır; gerçek olan çöldür" demektir. O nedenle çölden hoşlanırsın, egondan hoşlanırsın ve ayrıca, "Tanrım lütfen beni egodan özgürleştir, beni alçakgönüllü yap" diye dua etmekten de hoşlanırsın. Ve bunu onun seni duymayacağını, hiçbir duanın cevaplanmadığını mükemmel bir şekilde bilerek yaparsın. Hiç korkmadan herhangi bir şey için dua edebilirsin çünkü sen olduğun gibi kalacaksın ve hatta muhteşem şeyler için dua etmenin tatminine de sahip olacaksın.

Bu nedenle insanlar dindar olmadan Hıristiyanlar, Hindular, Müslümanlar haline geliyor. Onlar hiç de dindar insanlar değildir; bunlar dindar olmaktan kaçınmanın stratejileridir. Dindar kişi basitçe dindardır; o ne Hindu'dur, ne Müslüman'dır, ne Hıristiyan'dır, ne Budist'tir, buna gerek yoktur. O hakikatle doludur, o samimidir, o merhametlidir, o sevgi doludur, o insanidir; o kadar insanidir ki neredeyse ilahi olanı dünyada temsil eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder