ENGELLER VE ATLAMA TAŞLARI

ENGELLER VE ATLAMA TAŞLARI: SORULARA VERİLEN YANITLAR

Pek çok çeşit —sosyal, politik, ekonomik— özgürlük vardır ama bunların hepsi yüzeyseldir. Hakiki özgürlüğün bambaşka bir boyutu vardır. O dış dünyayla hiç ilgilenmez; o senin içinde yükselir. O her türlü koşullanmadan, dini ideolojilerden, politik felsefelerden özgür olmaktır.

Tüm bunlar sana pranga vuran, seni zincirleyen, seni manevi bir köle yapan diğerleri tarafından sana dayatılmıştır.

Meditasyon tüm bu prangaların ve koşullanmaların yok edilmesinden başka bir şey değildir; hapishanenin tamamen yok edilerek gökyüzünün ve yıldızların altında, açıklıkta, varoluş için mevcut bulunmak için senin yeniden özgür olman demektir.

Varoluşa kendini açabildiğin an, varoluş sana kendini açar. Ve bu iki mevcudiyetin buluşması nihai saadettir. Ancak bu sadece özgürlükte gerçekleşebilir. Özgürlük en yüksek değerdir; ondan daha yükseği yoktur.

Bir taraftan bize nihai özgürlüğe sahip olmamızı tavsiye diyorsun ve diğer taraftan da sorumluluğumuzu almamızı söylüyorsun. Sorumlulukla birlikte "özgürlük" sözcüğünü istediğim şekilde bir arada kullanamıyorum. Söylediğini anladığımda, şükran duyuyorum. Ancak çoğunlukla özgürlüğü sorumsuzluk olarak düşünmeyi tercih ediyorum.

Bu insanlığın en uzun süredir sorduğu sorulardan birisidir: özgürlük ve sorumluluk sorunsalı. Eğer özgürsen bunu artık sorumluluğun olmadığı şeklinde yorumlarsın. Daha yüzyıl önce Friedrich Nietzsche "Tanrı öldü ve insan artık özgür" diye ilan etmişti. Ve sonraki yazdığı cümle şuydu: "Artık canınız ne isterse yapabilirsiniz. Sorumluluk yok. Tanrı öldü, insan özgür ve sorumluluk yok." Burada o mutlak surette yanılmıştı; Tanrı olmadığında omuzlarında muazzam bir sorumluluk vardır. Şayet bir Tanrı varsa senin sorumluluğunu paylaşabilir. Sorumluluğunu O'nun üzerine yıkabilirsin: "Dünyayı yaratan sensin; beni bu şekilde yapan sensin; nihayetinde, sonuçta sorumlu olan sensin, ben değil. Nasıl olur da nihayetinde ben sorumlu olabilirim? Ben sadece bir yaratılmışım ve sen de yaratansın. Niçin ta en başından benim içime kötülük tohumları, günah tohumları ektin? Sorumlu sensin. Ben özgürüm" diyebilirsin. Aslında, şayet Tanrı yoksa, işte o zaman insan eylemlerinden mutlak surette sorumludur çünkü sorumluluğu başka birisine yüklemenin bir yolu yoktur.

Ben sana özgürsün dediğimde söylemek istediğim şey senin sorumlu olduğundur. Sorumluluğu kimsenin üzerine atamazsın; tek başınasın. Ve her ne yaparsan yap senin sorumluluğundur. Başka birisinin sana bunu zorla yaptırdığını söyleyemezsin çünkü özgürsün; seni kimse zorlayamaz! Özgür olduğun için, bir şeyi yapıp yapmamak senin kararındır. Özgürlükle birlikte sorumluluk da gelir. Ancak zihin çok kurnazdır, zihin onu kendi istediği şekilde yorumlar: o her zaman neyi dinlemek isterse onu dinler. O her şeyi kendi işine geldiği şekilde yorumlamaya devam eder durur. Zihin asla hakikatin ne olduğunu anlamaya çalışmaz. O bu kararı çoktan vermiştir.

Bir fıkra duymuştum:

"Ben saygıdeğer bir adamım doktor ama hayatım son zamanlarda suçluluk duygularım ve iç hesaplaşmalarım yüzünden dayanılmaz bir hal aldı." Devam etmeden önce hasta yutkundu. "Bakın, son zamanlarda metroda kızları elleyip çimdiklemek için içimde kontrol edilemez bir arzu uyandıran bir duygunun kurbanı olmaya başladım" dedi.

"Vah zavallı," diye üzüntüsünü dile getirdi psikiyatr teskin edercesine, "bu talihsiz arzudan kendinizi kurtarmanız için size mutlaka yardım etmeliyiz. Ne kadar sıkıntılı olduğunuzu gayet iyi görebiliyorum..."

Hasta telaşla araya girdi, "Benim kurtulmak istediğim şey bu arzu değil; suçluluk duymak doktor."

İnsanlar devamlı özgürlük hakkında konuşurlar ama onlar tam olarak özgürlük istemezler; onlar sorumsuz olmak isterler. Onlar özgürlük isterler ama derinde, bilinçaltında, onlar sorumsuz olmak, kuralsızlık isterler.

Özgürlük olgunluktur; sorumsuzluk çocukçadır. Özgürlük sadece sen özgür olmanın sorumluluğunu alabilecek kadar bütünleşmiş olduğunda mümkün olur. Dünya özgür değildir çünkü insanlar olgunlaşmamıştır. Devrimciler asırlar boyunca pek çok şey denemişlerdir ama hepsi başarısız olur. Ütopyacılar her zaman insanı nasıl özgürleştirmeli diye kafa yorarlar ama kimse umursamaz; çünkü insan bütün hale gelmeden özgür olamaz. Sadece bir Buda özgür olabilir, bir Mahavira, bir İsa, bir Muhammed özgür olabilir, bir Zerdüşt özgür olabilir çünkü özgürlük insanın artık farkında olduğu anlamına gelir. Şayet farkında değilsen o zaman devlete, hükümete, polise ve mahkemelere ihtiyaç duyarsın. O zaman özgürlük kısıtlanmalıdır. O zaman özgürlük sadece lafta kalır, pek var olmaz. Hükümetler olduğu sürece özgürlük nasıl var olabilir? Bu imkânsızdır. Ancak ne yapılabilir ki?

Hükümetler ortadan kalkarsa anarşi olacaktır, özgürlük değil. Şimdikinden daha kötü bir durum olacaktır. O safi çılgınlık olacaktır. Polise sen uyanık olmadığın için ihtiyaç duyulur. Aksi taktirde kavşakta duran bir polisin olmasının anlamı nedir? İnsanlar uyanık olurlarsa o zaman polis ortadan kaldırılabilir çünkü o gereksiz bir şey haline dönüşür. Ancak insanlar bilinçli değildir, polise ihtiyaç vardır.

O yüzden ben "özgürlük" dediğimde, sorumlu ol demek istiyorum. Ne kadar sorumlu hale gelirsen, o kadar özgürleşirsin; ya da ne kadar özgürleşirsen, o kadar sorumluluk alırsın. O zaman yaptığın şey hakkında, söylediklerinle ilgili olarak çok uyanık olursun. Seni kontrol edecek hiç kimse olmadığı için en küçük mimiklerinin dahi bilincinde olmak zorunda kalacaksın. Ben sana özgürsün dediğimde senin bir tanrı olduğunu söylüyorum. Özgürlük kuralsızlık değildir; o muazzam bir disiplindir.

Kırk beş yıl boyunca çoğunlukla kendim tarafından yapılmış bir hapishanede yaşadım. Artık biliyorum ki giderek daha çok özgür olmak mümkün. Fakat gelişmek için iyi bir iklime, güvenli bir yere ihtiyaç duyduğunda ne yapmalı? Başka bir hapishane? Herhangi bir yerde, herhangi bir zaman nasıl özgür olmalı? Bununla ilgili içimde keder ve isyan duyguları var.

Özgürlüğün dışarısıyla hiçbir alakası yoktur; kişi gerçek bir hapishanenin içinde bile özgür olabilir. Özgürlük içsel bir şeydir; o bilince aittir. Herhangi bir yerde özgür olabilirsin — zincirlenmiş, cezaevinde özgür olabilirsin— ve cezaevinin dışında, kendi evinde özgür olmayabilirsin; görünüşte özgür fakat, şayet senin bilincin özgür değilse bir mahkûm olacaksın.

Sen içsel özgürlüğü dışsal özgürlükle karıştırıyorsun. Dışarısı söz konusu olduğu müddetçe asla mutlak bir biçimde özgür olamazsın; bu bir defa herkes için net olmalı. Dışarısı söz konusu olduğu sürece sen tek başına değilsin, nasıl mutlak bir şekilde özgür olabilesin? Etrafında milyonlarca insan var. Dışarıda hayat bir uzlaşma olmak zorundadır. Yeryüzünde tek başına olsaydın, mutlak bir şekilde özgür olabilirdin; ancak tek başına değilsin.

Yolda soldan gitmek zorundasın. Ve soruyu soran kişi bunu çok büyük bir esaret olarak görür: "Niçin? Niçin sol tarafa mecbur bırakılıyorum? Ben özgür bir kadınım. Eğer sağdan yürümek istersem, sağdan yürüyeceğim demektir. Şayet yolun ortasından yürümek istersem, yolun ortasından yürüyeceğim." Hindistan'da bunu yapabilirsin; Hindistan özgür bir ülkedir unutma! O dünyadaki en büyük demokrasidir, o nedenle sağ, sol, orta, nereden istersen yürüyebilirsin!

Fakat, bir kişinin özgürlüğü pek çok insanın problemi haline gelir. Sen kendin olmakta özgürsün ama diğer insanların hayatına karışmamalısın.

Anlayış sahibi bir insan kendi özgürlüğüne olduğu kadar başkalarının özgürlüğüne de saygı duyacaktır çünkü eğer hiç kimse senin özgürlüğüne saygı duymazsa, senin özgürlüğün yok olacaktır. O karşılıklı anlayışa dayanır: "Ben senin özgürlüğüne saygı duyuyorum, sen benim özgürlüğüme saygı duyuyorsun, o zaman ikimiz de özgür olabiliriz." Ancak bu bir uzlaşmadır. Ben senin varlığına karışmayacağım ve senin sınırlarını ihlal etmeyeceğim.

Örneğin gecenin bir yarısında yüksek sesle şarkı söylemek istiyorsun. Elbette sen özgür bir insansın ve şayet sen kendi evinde yüksek sesle şarkı söyleyemezsen bu nasıl bir özgürlüktür? Ancak komşular da uyumak zorundadır; bu durumda bir uzlaşma olmak zorundadır.

Dışarıda biz karşılıklı olarak bağımlıyız. Hiç kimse mutlak surette özgür olamaz. Hayat karşılıklı bağımlılıktır. Sadece insanlarla karşılıklı olarak bağımlı değilsin, her şeyle karşılıklı olarak bağımlısın. Tüm ağaçları kesersen ölürsün çünkü onlar sana devamlı oksijen sağlar. Onlara bağımlısın; ve onlar da sana bağımlı. Biz oksijen alıp karbondioksit veririz; ağaçlar tam tersini yapar, onlar oksijen verip karbondioksit alırlar.

O yüzden insanlar sigara içtiklerinden ağaçlar çok mutlu oluyor olmalı çünkü onlar için daha çok karbondioksit üretilmiştir! Ben sana onun kökenindeki sebebe git dediğimde ve sonra da sigara içmek ortadan kalktığında ağaçlar çok üzülecek. Bunun anlamı ağaçların artık eskisi kadar karbondioksit elde edemeyeceğidir!

Biz sadece ağaçlarla değil güneşle, ayla, yıldızlarla da karşılıklı olarak bağımlıyız. Her şey bir karşılıklı bağımlılıktır. Bu karşılıklı bağımlılığın keyfini çıkart. Bunu bir boyunduruk olarak niteleme. O bağımlılık değildir, o karşılıklı bağımlılıktır. Sen başkalarına bağımlısın; başkaları da sana bağlı. Bu bir kardeşliktir; bu ilişki halinde olmaktır. En küçük çimen tanesi bile en büyük yıldızlarla ilişki halindedir.

Fakat manevi dünyada, içsel krallıkta mutlak bir şekilde özgür olabilirsin. Ve o zaman kötü hissedip asi duygulara kapılmayacaksın; buna gerek yok. Dışsal bağımlılığın bir zorunluluk olduğunu anla, o kaçınılmazdır; bunun için bir şey yapılamaz. Bu eşyanın tabiatının bir parçasıdır. Bunu kabul et. Onun için bir şey yapılamaz olduğunda, kabul tek yoldur. Ve onu coşkuyla kabul et, boyun eğerek değil. Kabul et! Bizim evrenimiz bu; biz onun bir parçasıyız. Biz ada değiliz; biz tüm kıtanın parçasıyız. Biz egolar değiliz.

Senin özgürlük fikrin ego fikrinin bir yerlerinde kök salmış. Biz ego değiliz. Ego sahte bir varlıktır. Çünkü biz ayrı değiliz, nasıl egolarımız olsun? Lisan söz konusu olduğu müddetçe "ben" sözcüğünü kullanmak yararlıdır ama onun bir maddiyatı yoktur. O saf gölgedir, tamamen boştur. Kullanışlı bir sözcüktür, faydalıdır ama gerçek değildir.

Fakat içsel özgürlük mümkündür. O sen farkındalıkta giderek derine indiğinde gerçekleşir. Bedenini izle, tüm düşünce süreçlerini izle. İzle, ve düşüncelerinin tüm işleyişine tanık ol. Ve yavaş yavaş göreceksin ki sen ne öfkesin, ne açgözlülüksün, ne Hindusun, ne Müslümansın ne Hıristiyansın, ne Katoliksin ne de komünistsin. Yavaşça herhangi bir düşünce olmadığının farkına varmaya başlayacaksın; sen hiç de zihin değilsin. Sen saf bir tanıksın. Saf tanık olma deneyimi tam özgürlük deneyimidir. Ancak bu içsel bir olgudur. Ve içsel olarak tam özgür bir insan dışsal olarak özgür olmak için yanıp tutuşmaz. Böyle bir insan doğayı olduğu gibi kabul etme yetisine sahiptir.

Tanık olmak aracılığıyla içsel özgürlük yarat ve bu içsel özgürlüğü yaşa ve sonrasında da dışarıdaki karşılıklı bağımlılığı görebileceksin. O güzeldir ve o bir lütuftur. Ona karşı isyan etmeye gerek yoktur, onun içinde rahat ol, ona teslim ol. Ve unutma: sadece gerçekten özgür bir insan teslim olabilir.

İngilizce'si "Rebel" olan asi sözcüğü bir şeye karşı savaşmayı ima etmiyor mu? Sözcüğün kendisi Latince'deki rebellare, yani karşı saldırıdan gelir. Başkaldırıdan bahsederken ondan olumlu anlamda söz ediyorsun. Sözcüğün anlamını mı değiştiriyorsun?

Sözcüğün anlamını değiştirmiyorum; onu tamamlıyorum. Ona verilmiş olan anlam sadece yarısıdır...sadece olumsuz anlamdır; ve hiçbir negatif bir pozitif olmadan var olamaz. Asi —"rebel"— sözcüğünün Latince rebellare'den, karşı saldırıdan, geldiği doğrudur. Ancak bu anlamın sadece yarısıdır; diğer yarısı asırlardır, ta en başından beridir kayıptır. Hiç kimse sözcüğün tam anlamını tamamlamayla uğraşmamıştır. Bir şeye karşı savaşmak sadece başlangıçtır. Ama ne için savaşmak?

Ve bu sadece "asi" için değil tüm diğer sözcükler için de doğrudur. "Özgürlük" insanların zihninde sadece negatif çağrışımlara sahiptir; bir şeyden özgürleşmek. Fakat hiç kimse bir şey için özgürlüğü istemez. Bir şeyden özgürleşmek gerekli bir kısımdır ama sadece negatif kısımdır. Pozitif bir hedefin olmadığı müddetçe bir şeyden özgürleşmek anlamsızdır. Ne için savaştığının da net bir şekilde farkında olmalısın: özgürlüğünün amacı nedir?

Asi —"rebel"— ve isyan —"rebellion"— kötülenmiştir ve bu da; dilbilimciler tarafından sözlüklerde sadece negatif anlamın verilmesi de kötülemenin bir parçasıdır. Hiç kimse şu soruyu ortaya atmadı: "Ne için isyan?" sorulması elzem olan sorudur. Bana göre negatif kısım sadece başlangıçtır, son değil. Pozitif kısım sonu ve tüm çemberi tamamlar.

Sen ölmüş olana karşı isyan edersin ve sen yaşayan için isyan edersin. Hurafeye karşı isyan edersin ve hakikat için isyan edersin. Aksi taktirde hurafeye karşı isyan etmenin ne gereği vardır? Tüm isyanlar eğer sadece negatifse tamamlanmamış ve faydasızdır. Sadece pozitiftir onu anlamlı ve önemli kılan.

Tüm sözcükler için şunu hatırla; eğer toplum sadece negatif anlamı koruduysa, bu onun bu sözcüklere karşı olduğu anlamına gelir. O sadece gerçek isyana değil, "isyan" sözcüğünün kendisine bile karşıdır; ona negatif bir renk atfetmiştir. Ona pozitif bir renk vermek, pozitif bir güzellik vermek ona destek anlamına gelecektir.

Ben isyanın anlamını değiştirmiyorum, ben sadece onu tamamlıyorum; o çok uzun zamandır yarım kalmıştı. O tamamlanmaya ve son rötuşlara gereksinim duyuyor, bu sayede kendisinden alınmış olan güzelliğe yeniden kavuşabilir.

Toplum hayatın her alanıyla ilgili olarak çok hilekârdır; o sözcükleri, dili ve her şeyi çarpıtarak kurulu düzeni destekler. Dil bile ona geçmişte bağlanan zincirlerden özgürleştirilmelidir. "İsyan", "devrim" ve "özgürlük" gibi güzel sözcükler olumsuzluktan kurtarılmalıdır. Ve bunu yapmanın yegâne yolu dünyanın merkezini pozitif yapmaktır; negatif sadece pozitif olan için bir hazırlıktır. Toprağı bir bahçe için hazırlarken yabani otları, gerekli olmayan yabanıl bitkileri ve onların köklerini —negatif kısımlarını— kaldırırsın.

Ancak sadece yabanıl otları, vahşi bitkileri ve köklerini kaldırarak ve toprağı temizlemek bir bahçe yapmaya yetmez. O gereklidir ama yeterli değildir. Gülleri de dikmek zorundasın; bu da pozitif kısım olacaktır. Güzel çiçekler, güzel ağaçlar dikmek zorunda kalacaksın. Negatif kısım sadece pozitif bir şeyin gerçekleşmesi için bir hazırlıktır.

Bunca yıldan sonra artık milliyet ya da bir yer ya da kendi şahsi tarihim tarafından hapsedilmemiş hissetme anlamında muazzam bir özgürlük duygusunu yaşamaya başladım. Fakat bu özgürlükle karışan bir üzüntü hissi de var. Bu üzüntü nedir?

Özgürlüğün iki yüzü vardır ve eğer sen sadece bir tarafını, tek bir yüzünü deneyimliyorsan, özgürlüğün üzüntüyle karıştığını hissedeceksin. Özgürlüğün bütün psikolojisini anlamak zorundasın.

İlk tarafı bir şeyden özgürleşmektir: milliyetten, belli bir kiliseden, bir ırktan, belirli bir politik ideolojiden. Bu özgürlüğün ilk kısmıdır, özgürlüğün temelidir. O her zaman bir şeydendir. Bir kez bu özgürlüğe sahip oldun mu çok hafif ve iyi ve mutlu hissedersin. Ve ilk defa kendi bireyselliğinden keyif almaya başlarsın çünkü bireyselliğin özgürleştiğin tüm bu şeylerle kaplanmış haldeydi.

Ancak bu sadece bir yarısıdır; ve sonra üzüntü gelir çünkü diğer yarısı eksiktir. Bir şeyden özgürleşmek tamamlanmıştır ama ne için? Özgürlük bir şey, yaratıcı bir şey —heykel yapmak, dans etmek, müzik, şiir, resim yaratmak— için değilse, özgürlüğün kendi içinde hiçbir anlamı yoktur. Özgürlüğün yaratıcı bir şekilde hayat bulmazsa üzgün hissedeceksin. Çünkü özgür olduğunu göreceksin; zincirlerin kırıldı ve artık hapiste değilsin; yıldızlı bir gecenin altında duruyorsun, tamamen özgürsün. Ama şimdi nereye gitmeli?

O zaman ansızın bir üzüntü kaplar içini. Hangi yolu seçiyorsun? Bu ana kadar bir yere gidip gitmemek söz konusu değildi; mahkûmdun. Tüm bilincin nasıl özgürleşeceğin üzerine konsantre olmuştu ve bu senin yegâne kaygındı. Artık özgür olduğundan yeni türden bir problemle yüzleşmek zorundasın. Şimdi özgür olduğun için ne yapmalı?

Yaratıcı bir yol seçmediğin sürece özgürlük kendi başına hiçbir anlam taşımaz. Ya kendini gerçekleştirmek için derin meditasyona git ya da kelepçelerin yüzünden gelişmesine izin verilmemiş belirli bir yeteneğin varsa —ellerin zincirlenmiş olduğu için müzik besteleyemediysen, ayakların zincirlendiği için dans edemediysen, eğer bir dansçı olmak için bir yeteneğin varsa, o zaman bir dansçı ol— işte o zaman özgürlüğün tamamlanmıştır, daire tamamlanmıştır.

Bir şeyden özgürlük ve bir şey için özgürlük; bu ilk önce özgürlük için mücadele edip ansızın, "Artık özgürüm, ne yapacağım?" derken kendini bulan herkesin yüzleşmek zorunda olduğu bir ikilemdir. Bu ana kadar o, rüyalarında bile özgürlüğü düşünüyordu tamamıyla meşguldü. Ve o asla ona sahip olduğunda ne yapacağını düşünmemişti.

Ancak daha çoğuna gereksinim vardır. Bir yaratıcı olmak zorundasın. Özgürlüğünü tatmin edecek bir yaratıcılık bulmak zorundasın; yoksa özgürlüğün boştur. Ya bir şey keşfetmelisin ya da yaratmalısın, ya potansiyelini gerçekleştirmelisin ya da içe dönüp kendini bulmalısın ama özgürlüğünle bir şey yapmalısın. Özgürlük sadece sana istediğin şeyi yapmak için bir fırsat verir. Sen özgür ve üzgün hissettiğinde bunun nedeni bu fırsatı henüz kullanmamış olmandır.

Meditasyon olur, müzik olur, heykel, dans ya da aşk olur. Ama özgürlüğünle bir şey yap; öyle aylaklık yapma yoksa üzüleceksin.

Özgürlük hayatında yaratıcı bir güç olmalı, negatif bir şey değil. Artık tutsak değilsin, kendini gökyüzünün altında dururken bulursun ama tamamen kayıpsın. Belki daha önceden tutsak birisinin hapis kalmaya devam etmesi için bir nedeni olabileceğini fark etmemiştin. Bu yüzden dünyadaki milyonlarca insan dinin, kastın, inancın, devletin, rengin tutsağı olarak kalıyor. Hapishanelerine katlanıp durmaya devam ediyorlar çünkü onlar tutsakken hiçbir sorumlulukları yoktur; yaratıcı olmak zorunda değillerdir; özgürlüklerinde olumlu bir şeyler bulmak zorunda değillerdir. Onlar için tutsak olarak kalmak yeterlidir çünkü başkaları her şeyin icabına bakacaktır.

Niçin insanlar Hıristiyan, Hindu ya da Müslüman'dır? Çünkü İsa seni kollar. Senin endişelenmene gerek yok. Senin sadece Hıristiyan kilisesinin kölesi olman gerekir ve kilise senin günahlarının ve gereken her şeyin icabına bakar. Sen tamamıyla hafiflemiş hissedersin; sorumluluğun yok.

Ancak, tüm bu özgürlük sorunsalıyla ilgili temel bir şeyi unutma: özgürlük ve sorumluluk birlikte giderler. Eğer sorumluluk istemezsen özgürlüğe de sahip olamazsın. Onlar birlikte gelirler ya da birlikte giderler. Şayet sorumluluktan vazgeçersen, şu ya da bu şekilde köleliği kabul edersin.

Bugüne kadar özgürlüğü onu takip edecek büyük sorumluluğu aklına bile getirmeden hayal etmiştin. Şimdi özgürlüğün var ancak sorumluluğunu henüz yerine getirmedin. O yüzden bir üzüntü peşini bırakmıyor. Bu üzüntüyü yok edecek kapasiten var. Şayet esaretinin dışına çıkabilecek kapasiten varsa, kesinlikle yaratıcı olma kapasitesine sahipsin. Şayet hapishanelerini yok edebildiysen, kesinlikle güzel bir şey yaratabilirsin.

Benim kendi deneyimim odur ki bir şekilde bir yaratıcı olmadığın sürece yaşamın boş ve üzüntülü olacaktır. Gerçekten mutlu olan insanlar sadece yaratıcılardır. Bu sadece daha çok bilinç, daha çok hakikat, bilinç, saadet deneyimi yaratmak olabilir. O içsel dünyanın ya da dışsal dünyanın yaratıcılığı olabilir. Ancak özgürlük sorumlu, pozitif hale gelmelidir. Senin özgürlüğün hâlâ negatif. Hapishanenin dışında olmak iyidir ama yeterli değildir. Şimdi ekmeğini kazanmak zorundasın. Şimdiye kadar seni hapsedenler ekmeği sağlıyordu. Zincirlerle birlikte sana barınak ve giysi de veriyorlardı.

Pek çok insan kiliselere, sinagoglara ya da tapınaklara aittir. Neredeyse herkes bir dinin, bir milletin, bir ailenin, bir kuruluşun, bir siyasi partinin, ya da Rotary kulübünün veya Lions Kulübünün üyesidir, insanlar devamlı olarak kendilerini bağlayacak zincirler bulmaya devam ediyor. O çok rahat görünür ve senin fazlasıyla güvencen vardır ve hiç sorumluluğun yoktur. Diğer taraftan özgürlük demek her eylemden ve her nefesten sorumlusun demektir; ne yaparsan ya da yapmazsan sorumlu olacaksın.

İnsanlar her ne kadar özgürlüğün sözünü etse de gerçekte özgürlükle ilgili derin korkuları vardır. Benim deneyimime göre çok az insan gerçekten özgürlük ister çünkü onlar bilinçaltında bilir ki özgürlük başa çıkmaya hazır olmadıkları pek çok sorunu getirecektir. Onların rahat hapishanelerinde kalmaları daha iyidir. Alternatif senin özgürlüğünle bir şey yapmandır. Bir arayan olmaya, bir araştırmacı, bir yaratıcı olmaya hazır olmalısın ama çok az insan kutsal bir yolculuğa ya da kalbin daha derindeki sessizliklerinin içine girmeye ya da sevginin sorumluluğunu almaya isteklidir. Bunun çağrıştırdıkları çok büyüktür.

Hüznünün karanlığını dağıtmak zorundasın, yoksa er ya da geç bir hapishaneye gireceksin. Ağırlık çok fazla gelmeye ve seni bir esarete ya da tutsaklığa zorlamaya başlamadan önce durumu yaratıcı bir insan haline gelerek değiştir. Yalnızca hayatta sana neyin keyif verdiğini, ne yaratmak isteyeceğini, ne olmak isteyeceğini ve senin hayatın tanımının ne olmasını istediğini bul.

Özgürlük basitçe kendin için bir tanım bulman için; hakiki, kendine has bir bireysellik için; ve etrafındaki dünyayı biraz daha güzelleştirmenin —birkaç tane daha gül ekle, birazcık daha fazla yeşillik, birkaç tane daha vaha— coşkusunu duymak için bir fırsattır.

Teozofi Derneğinin kurucusu Madame Blavatsky aklıma geldi. O her zaman elinde iki çanta taşırdı. Sabah yürüyüşüne de gitse veya trenle seyahat de etse bu iki çanta her zaman elindeydi. Ve trende otururken penceresinden trenin dışındaki yürüyüş yoluna doğru bu çantalarından bir şeyler fırlatırdı.

Ve insanlar sorardı: "Niye bunu yapıp duruyorsun?"

Ve o da kahkahayı basıp "Bu benim hayatım boyunca yaptığım bir alışkanlıktır. Bunlar mevsimlik çiçek tohumları. Bir daha belki bu yoldan bir kez daha geçmem," —o bir dünya gezginiydi— "ama bunun bir önemi yok. Mevsim geldiğinde ve çiçekler açtığında, bu yoldan her gün geçen binlerce insan bu çiçekleri, bu renkleri görecekler. Onlar beni bilmeyecek ama bunun bir önemi yok.

"Tek bir şey kesin: bir yerlerde birkaç insanı mutlu ediyorum. Beni tanıyor olup olmamalarının bir önemi yok. Önemli olan şey benim birisini mutlu edecek bir şey yapmış olmamdır. Bazı çocuklar gelip birkaç tane çiçeği koparıp eve götürebilir. Bazı âşıklar gelip birbirleri için buketler yapabilir ve onlar bilmeden ben onların aşkının parçası olacağım. Ve ben o çocukların coşkusunun parçası olacağım. Ve ben yolun kenarından geçen ve güzel çiçekleri gören insanların parçası olacağım" dedi.

Özgürlüğün dünyayı biraz daha güzel yapmak için ve biraz daha bilinçli hale gelmek için bir fırsat olduğunu anlayanlar üzülmeyecektir.

Bu soruyu sorman iyi oldu çünkü bu soruyu sormamış olsaydın yavaş yavaş özgürlüğünün kendisini zehirleyebilecek olan bu üzüntüyü taşıyor olabilirdin. Negatif bir özgürlük çok maddi değildir; o kaybolabilir. Özgürlük pozitif olmak zorundadır.

Hakikat yolunu aramak ve kişinin ülkesini zorbalıktan özgürleştirmesi mümkün müdür?

Senin hakikat arayışın, manevi özgürlüğün ve politik zorbalığa karşı mücadelen arasında —her ne kadar işler birazcık karmaşıklaşsa bile—bir çelişki yoktur.

Öncelik senin manevi özgürlüğünü elde etmekte olmalıdır çünkü politik zorbalıklar gelir ve gider. Ve sen bir politik zorbayı alaşağı ettiğinde bir başkasının onun yerine geçemeyeceğinden kesin bir şekilde emin olamazsın.

Hiçbir zorbalık sonsuza dek süremez; onun günleri sınırlıdır. Hiç kimse insanların iradesini yok edemez. Zorbalar insanları tutsak edebilir ya da öldürebilir ama bir gün onların imparatorluklarını koruma çabalarının kendisi ve insanları tutsak halde tutmaları halkı kendilerine karşı çevirir.

İyi ama yeni zorbadan ne haber? Bir zorbalıktan diğer zorbalığın kollarına geçeceksin. Kesindir ki aynı insanlar öldürülmeyecek ya da ölüme mahkûm edilmeyecek. Artık kurbanlar eski rejime hizmet etmiş insanlar olacaktır. Onlar öldürülecek, ölüme mahkûm edilecek. Ancak önemli olan kimin öldürüldüğü ve kimin ölüme mahkûm edildiği değildir; hepsi insan evladıdır ve hepsi senin kardeşlerindir. Ve unutulmaması gereken en garip olgu şudur ki eski rejime karşı savaşmakta olanlar bile onun yerine geçen yeni rejim tarafından vurulacaktır.

Bu garip bir talihtir ama onda inceden inceye bir mantık vardır. Devrimci olanlar devrimci olmaya alışmışlardır. Ve tüm rejimler karşı-devrimcidir. Rejimin kendisi devrimciler tarafından yaratılmış olabilir ama insanlar iktidara geldiği an karşı-devrimcilere dönüşür çünkü artık devrim onların iktidarına karşı gelir. Onlar devrim yanlısıydı çünkü devrim iktidarı onların eline getiriyordu. Bu basit bir mantıktır ve devrimciler savaşmakta oldukları özgürlüğün bu olduğuna inanmazlar. Sadece insanlar değişti ama diğer her şey aynı kalır: Aynı bürokrasi, aynı çirkin politikacılar.

Ve bu devrimciler devrim için istedikleri desteği onlara vermesi için insanlara bulundukları vaatleri unutacaklar; onlar bu aynı insanları sömürmeye başlarlar. Doğal olarak geçmişin pek çok devrimcisi iktidara gelenlerin yanından uzaklaşmaya başlar. Bir zamanlar onlar düşmanla omuz omuza savaşıyordu artık onların yolları ayrılıyor çünkü devrim ihanete uğradı. Ve şimdi iktidara gelen devrimciler —ve iktidar basitçe onların tüm devrimci ideolojilerini yok eder— kalan devrimcileri öldürmeye başlar çünkü onlar en tehlikeli insanlardır. Onlar önceki rejimi yıkmıştı; bu rejimi de yıkabilirler.

Bu çok karmaşık bir oyundur. Önceliği ona vermemelisin. Önceliğin kendi gelişiminde kalmalı. Nasıl bir zorbalığın işin içinde olduğunun önemi yok. Zorbalık sadece zorbalıktır; o katilliktir ve suçludur.

Güzel bir geleceğe çok fazla güvenme. Tarih bize başka bir şey öğretiyor. İnsanlar aynı çirkin halde kalacak, yeni bir rejim altında aynı korkuları yaşayacaklar. Sadece kasaplar değişti.

Ulusun için savaşmana karşı değilim ama onu bir öncelik yapma. Önceliğin hiç kimse tarafından senden alınamayacak olan kendi ruhsal özgürlüğünde olmalı. Şayet aynı zamanda zorbalığa karşı da savaşmayı başarabiliyorsan, o zaman kesinlikle destekliyorum. Ancak kolay olduğunu sanmıyorum aslında çok zordur. Hükümetlerle savaşmaya başladığın an o kadar içine girersin ki kendini tamamen kaybedersin.

Hangi türden olursa olsun esaret altında kalmak çirkindir. Ancak en büyük esaret ruhuna ait olandır. Ruhunu geçmişten özgürleştir, onu milliyetten özgürleştir, içinde yetiştirildiğin dinden özgürleştir. Hakikat arayışın temel ve nihai amacın olarak kalsın. Şayet biraz enerjin kaldıysa politik zorbalarla savaşmaya devam edebilirsin. Ancak hayal kırıklığına uğrayacaksın. Asırlar boyunca "Özgür olacağız" fikrine sahip olan herkes hayal kırıklığına uğramıştır.

Hindistan'da özgürlük mücadelesi sürerken ben küçük bir çocuktum ama benim tüm ailem bunun içindeydi. Amcamlar hapisteydi, ailem neredeyse her zaman ev hapsi altındaydı. Amcamlar eğitimlerini tamamlayamadılar çünkü üniversitede harcayacakları zamanı onun yerine hapishanede harcamışlardı. Ve onlar her çeşidinden işkenceye katlandılar ama ne kadar uzun da olsa bu gecenin biteceğine yönelik büyük bir umut vardı.

O bitti ama yeni gün gelmemişti. Mucize budur.

İngiliz emperyalistler gitmişti ve iktidara gelenler İngiliz emperyalizmine ve onun insanlık dışı davranışlarına karşı savaşanlardı. Şimdi iktidarda olanlar aynı şeyleri yapıyorlar. Bu kesinlikle insanların umut ettiği özgürlük değildir.

Çocukluk günlerimi hatırlıyorum; havada ne büyük bir umut vardı. Sanki Altın Çağ'a çok yaklaşmışız gibiydi. Ve hayal kırıklığından başka hiçbir şey olmadı. Artık yönetenler Hintliydi, İngiliz değildi ama stratejileri aynıydı. İktidara yapışmaları aynıydı; insanları sömürmeleri aynıydı. Bürokrasi daha da kuvvetlendi ve ülke şoktaydı. "Uğruna savaştığımız özgürlüğe ne oldu? Ne için gençliğimiz kurban edildi? Ne uğruna binlerce insan hapse atıldı, öldürüldü? Tüm bu fedakârlıkların uğruna yapıldığı özgürlük bu mu?"

Kesinlikle bu özgürlük değildir. Belki politik dünyada bu çeşit özgürlük devrim değil, isyan doğmadığı sürece asla gelmeyecektir. Devrimci başarısız olmuştur ve sadece bir kez değil yüzlerce kez. Artık bu bir kural olarak kabul edilebilir: Devrimci büyük şeylerden bahseder, cennet vaat eder ve iktidara geldiğinde eskisinden daha büyük bir zorba olduğunu kanıtlar.

Benim umudum artık devrimcilerin vaatlerinde değildir; benim umudum asinin doğuşundadır ve asinin temel gerekliliği —gerekli olan dönüşüm— bireyselliğini kendi geçmişinden, kendi dininden, kendi milletinden özgürleştirmektir. Meditasyon senin bir birey olmana yardım edecektir; ve hepsi ruhsal olarak özgür olan, geçmişe giden köprüleri yıkmış olan bireylerin komününün gözleri çok uzaklardaki yıldızlara sabitlenmiştir.

Onların hepsi bir şekilde şairler, hayalciler, mistikler ve meditasyon yapanlardır. Ve biz dünyayı bu insanlarla doldurmadığımız sürece dünya sadece bir zorbayı diğeri ile değiştirecektir. O sadece tamamıyla faydasız bir egzersiz olacaktır.

Öncelik sensin. Köklerine git, kendini bul, bir asi ol, ve mümkün olduğunca çok sayıda asi yarat. Gelecekteki insanlığın altın bir gelecek yaratmasına yardım etmenin tek yolu budur.

Benim eğitimimi şekillendiren rahipler ve rahibeler ve akrabalar artık yaşlandı ve kuruyup gitti. Çoğu öldü. Bu zavallı insanlara karşı isyan etmek anlamsız gözüküyor.

Artık rahip ve doktrinler benim. Kendim dışındaki herhangi bir şeye isyan etmenin zaman kaybı olduğunu ve hiçbir şekilde konunun özüne yönelik olmadığını hissediyorum. Böyle olması durumu çok daha içinden çıkılamaz ve çok daha zor hale getiriyor. Anlaşılan o ki benlik benliğe karşı isyan etmeli. İsyanı yapması gerekenin özdeki benlik —hakiki yüz—olmadığını kabul ediyorum. Yapması gereken eğitilmiş benlik; sahte olandır. Ancak benim isyanı yapacak olan bildiğim ya da sahip olduğum tek "benlik" bu. Nasıl olur da sahte sahteye karşı isyan eder?

Benim bahsettiğim başkaldırının kimseye karşı yapılması gerekmiyor. O gerçekte bir başkaldırı değil, sadece bir anlayıştır. Dışsal rahipler, rahibeler, anne-babalarla savaşmana gerek yok. Ve içsel rahipler, rahibeler, ebeveynlerle de savaşman gerekmiyor. Çünkü içsel ya da dışsal fark etmez; onlar senden ayrıdır. Dışsal ayrıdır; içsel olan da ayrıdır. İçsel olan sadece dışsal olanın yansımasıdır.

"Bu zavallı insanlara karşı isyan etmek anlamsız gözüküyor" derken sonuna kadar haklısın. Ben sana onlara karşı başkaldır demiyorum. Ve ne de içine onların koyduğu tüm şeylere karşı başkaldır diyorum. Eğer kendi zihnine karşı isyan edersen bu bir tepki olacaktır, başkaldırı değil. Aradaki farka dikkat et. Tepki öfkeden kaynaklanır; bir tepki şiddet içerir. Tepki içindeyken öfkeden kör olursun; diğer uca doğru kaymaya başlarsın.

Örneğin ailen sana temiz olmayı ve her gün duş almayı v.s. öğretmişse ve sana en başından beri temizlik imandan gelir diye öğretilmişse ve sonra da bir gün sen isyan etmeye başlarsan ne yapacaksın? Duş almaktan vazgeçeceksin. Pislik içinde yaşamaya başlayacaksın. Şimdi diğer uca savruldun. Sana temizlik imandan gelir diye öğretilmişti; şimdi sen pis olmak imandan gelir, kirli olmak imandan gelir diye düşünüyorsun. Bir uçtan diğerine gittin. Bu başkaldırı değildir; bu intikamdır, öfkedir, hiddettir.

Ve ebeveynlerine ve onların sözde temizlik fikirlerine tepki duyarken, aynı fikre hâlâ takıntılı haldesindir. O hâlâ peşini bırakmıyor; onun hâlâ senin üzerinde gücü var ve hâlâ baskın. Her ne kadar sen tam zıddını seçmiş olsan da o senin hayatını yönetmeye devam ediyor. Kolaylıkla duş alamazsın; seni her gün banyo yapmaya zorlayan anne-babanı hatırlarsın. Artık hiç banyo yapmazsın.

Sana kim hükmediyor? Halâ anne-baban. Sana yapmış oldukları şeyi silmeyi başaramadın. Bu tepkidir, bu başkaldırı değildir.

O zaman başkaldırı nedir? Başkaldırı saf anlayıştır. Durumun ne olduğunu basitçe anlarsın. O zaman temizliğe psikolojik olarak takıntılı olmazsın hepsi bu. Kirli olmazsın. Temizliğin kendi güzelliği vardır. Kişi ona takıntılı hale gelmemeli çünkü takıntı hastalıktır.

Örneğin, ellerini bütün gün yıkayan birisi nevrozludur. Elleri yıkamak kötü değildir ancak onları bütün gün boyunca yıkamak çılgınlıktır. Şayet onun yerine ellerini yıkamayı tamamen bırakırsan, o zaman da yine deliliğin tuzağına düşmüşsündür.

Anlayış sahibi insan ellerini gerekli olduğunda yıkar. Gerek olmadığında, ona takıntılı olmaz. O basitçe o konuda doğal ve kendiliğinden davranır. O zekice yaşar hepsi bu.

Takıntıyla zekâ arasında fazla bir fark yoktur. Örneğin, eğer yolda bir yılana rastlarsan ve zıplarsan, doğal olarak korkudan zıplarsın. Fakat bu korku zekicedir. Eğer zeki değilsen, aptalsan o zaman yoldan zıplamazsın ve hayatına gereksizce tehlikeyi davet edersin. Zeki insan hemen zıplar; yılan var orada. Korkuyla zıplarsın ama bu korku zekâdır, pozitiftir, hayat kurtarıcıdır.

Gel gelelim bu korku takıntılı olabilir. Örneğin, yıkılabilir diye evde oturamıyorsan. Evlerin yıkıldığı bilinen bir şeydir bu doğru. Bu konuda tamamen haksız değilsin. "Diğer evler yıkıldıysa neden bu yıkılmasın?" diye iddiada bulunabilirsin. Şimdi sen yıkılabilir diye herhangi bir çatının altında yaşamaktan korkuyorsun. Bu takıntıdır. Artık bu korku zekice değildir.

Kişi herhangi bir şey için takıntılı olabilir. Sınırlar dahilinde zekice olan herhangi bir şey onu çok fazla çekiştirirsen nevroz halini alır. Tepki diğer uca savrulmaktır. Başkaldırı belirli bir olgunun çok derinlemesine anlaşılmasıdır, muazzam bir anlayıştır. Ve başkaldırı seni her zaman ortada tutar; sana denge sağlar.

İçerde ya da dışarıda hiç kimseyle, rahiple, rahibeyle, ebeveynlerle savaşmana gerek yok. Savaşmana gerek yok çünkü ne zaman duracağını bilemeyeceksin. Savaşta kişi bilincini yitirir; savaşta kişi uçlara savrulur.

Mesela arkadaşlarınla otururken öylesine, "Dün gittiğim şu film görülmeye değmez" dersin. Bunu aklına geliverdiği için söylemiş olabilirsin ama sonrasında birisi, "Yanılıyorsun. Ben de o filmi gördüm. O bugüne kadar yapılmış en iyi filmlerden birisi" der. Şimdi kışkırtılmış oldun, sana meydan okundu; tartışmaya hazır hale geldin. "O beş para etmez. En değersiz şey!" dersin. Ve eleştirmeye başlarsın. Ve eğer diğeri de ısrar ederse, giderek daha çok kızmaya başlarsın ve hayalini bile etmemiş olduğun şeyler söylemeye başlarsın. Ve sonrasında tüm olayı gözden geçirirsen, başlangıçta bu film gitmeye değmez derken çok yumuşak bir ifade kullanmış olduğunu ama tartışma bittiğinde iyice uçlara kaymış olduğunu fark ederek şaşıracaksın. Kötü sözlerden oluşan cephaneliğini boşaltmışsın. Her şekilde kötüleyebilirdin; kötülemek için tüm becerilerini kullandın. Ve bunu yapmaya başlangıçta hazır değildin. Birisi sana karşı çıkmış olsaydı, bunu tamamen unutabilirdin ve bir daha asla böyle kuvvetli ifadeler kullanmayabilirdi. Ve savaşmaya başladığında uçlara gitmeye eğilim gösterirsin.

Ben sana koşullanmalarınla savaşmayı öğretmiyorum. Onları anla. Onlara ilişkin olarak daha zeki ol. Sadece onların sana nasıl hükmettiklerini gör, davranışlarını nasıl etkiliyorlar, kişiliğini nasıl şekillendiriyorlar, nasıl hâlâ seni etki altında tutuyorlar. Sadece izle! Meditasyon halinde ol. Ve bir gün koşullanmalarının nasıl çalıştığını gördüğünde, birden bir denge sağlanır. Anlayışının kendisinin içinde özgürsün.

Anlamak özgürleşmektir ve ben bu özgürlüğe başkaldırı diyorum.

Gerçek asi bir savaşçı değildir; o anlayış sahibi bir insandır. O basitçe, öfkesinde ya da nefretinde değil, zekâsında gelişir. Geçmişine kızarak kendini dönüştüremezsin. Şayet kızgın kalırsan, o zaman geçmişin sana hükmetmeye devam edecektir, o senin varlığının merkezi ve senin odağın olarak kalacaktır. Ve sen orada, geçmişe bağlı olarak kalacaksın. Diğer uca geçebilirsin ama geçmişe bağlı kalacaksın.

Buna dikkat et! Bu bir meditasyoncunun, anlayış yolundaki başkaldırının yolu değildir. Sadece bunu anla.

Bir kilisenin yanından geçiyorsun ve içeri girip dua etmek için çok derin bir arzu yükseliyor. Yahut bir tapınağın yanından geçiyorsun ve bilinçsizce tapınağın tanrısının önünde eğiliyorsun. Sadece izle. Niçin bu şeyleri yapıyorsun? Savaş demiyorum. İzle diyorum. Niçin tapınağın önünde eğiliyorsun? Çünkü sana bu tapınağın doğru tapınak olduğu, bu tapınağın tanrısının Tanrı'nın gerçek görüntüsü olduğu öğretilmiştir. Kesin olarak biliyor musun? Ya da sadece sana öyle söylendi ve sen de onu mu takip ediyorsun? İzle!

Sadece sana verilen bir programı tekrar ettiğini, sadece kafandaki bir teybi çaldırdığını, bir robot gibi davrandığını görerek, bundan sonra otomatik olarak eğilmeni durduracaksın. Hiçbir gayret sarf etmene gerek kalmayacak; onu tamamen unutuvereceksin. Bu program kaybolacak, o seni hiçbir iz bırakmadan terk edecek.

Tepkide iz oradadır. Başkaldırıda iz yoktur; o saf özgürlüktür.

Ve ayrıca soruyorsun, "Kim kiminle savaşacak?" Hmm? Bu soru yalnızca bir savaş olmak zorundaysa ortaya çıkar. Bir savaş olmayacağı için, soru ortaya çıkmaz. Sadece bir tanık olmalısın. Ve tanıktır senin hakiki yüzün; tanık olan senin gerçek bilincindir. Tanık olunan şey koşullanmadır. Tanık olan senin varlığının aşkın kaynağıdır.

Lütfen özgürlük korkusu hakkında bir şeyler daha söyleyebilir misin? Özgür olmak için muazzam bir özlem var ama aynı zamanda onunla birlikte gelen özellikle son zamanlarda fark ettiğim çok fazla korku da var. Bu sadece tek başına olmaktan ve sorumluktan kaçınmak mıdır?

Bu doğaldır çünkü çocukluğunun en başlarından beridir başkalarına, onların tavsiyelerine, onların rehberliğine güvenmen söylenmiştir. Sen yaşlandın ama büyümedin. Tüm hayvanlar yaşlanır. Sadece insanlardır olasılıklara sahip olan, ya herhangi bir hayvan gibi yaşlanacaktır ya da büyüyecektir. Büyümek tüm bağımlılıklardan kurtulmak demektir. Doğal olarak bu başlangıçta korku yaratacaktır.

Sen kendi hurafelerinle çevrelenmiştin ve korunduğunu düşünüyordun. Mesela ta en başından beridir sana Tanrı'nın seni koruduğu söylenmiştir. Hatta küçük çocuklara geceleyin "Korkma. Uyu. Tanrı seni koruyor" bile denir.

Çocuk hâlâ senin içinde ve ben diyorum ki "Tanrı yoktur. Karanlıkta güven içerisinde uyuyabilirisin. Hiç kimse seni korumuyor." Ama bu sen uyuyamayacaksın demektir; korkuyorsun, seni koruyacak birine ihtiyacın var. Tanrı hokus-pokustu ama işe yaradı. O aynı homeopatik ilaçlar gibidir; sadece şeker haplarıdır.

Ancak, şayet senin hastalığın sadece bir fikirse; —ve etrafta fikirler edinen pek çok insan vardır— hafifçe bir şey olur ve onlar hemen, neredeyse bilinçsizce onu abartacaklardır. Onların hayal mahsulü hastalıkları için hiçbir gerçek ilaca ihtiyaç yoktur; tek gerekli olan şey hayal mahsulü ilaçlardır.

Her şeyden önce karanlık güzeldir. Onun muazzam bir derinliği, sessizliği, sonsuzluğu vardır. Işık gelir ve gider; karanlık her zaman kalır, o ışıktan daha çok ölümsüzdür. Işık için yakıta ihtiyacın vardır; karanlık için hiç yakıta gerek yoktur; o basitçe oradadır. Ve rahatlamak için ışık doğru seçenek değildir. Işık gerginlik yaratır, seni uyanık tutar. Karanlık senin rahatlamana, kendini bırakmana izin verir.

Karanlıkta korku yoktur, o yüzden karanlıktaki korku tamamıyla bir uydurmadır. O zaman da seni karanlıkta koruyacak bir tanrıya —başka bir uydurmaya— ihtiyaç duyarsın. Bir yalan başka bir yalana ihtiyaç duyar ve ondan sonra bunun bir türlü sonu gelmez; yalan söylemeye devam etmek zorundasın.

Elbette özgürlük senin pek çok şeyden korkmana sebep olacaktır. Uyanık ol. Seni korkutan her şeye derinlemesine bak. Ve seni korkutan herhangi bir şeye derinlemesine baktığında onun kaybolacak olması seni şaşırtacaktır. Dünyada korkulacak hiçbir şey yoktur, o zaman özgürlüğün ve onun getirdiği sorumluluğun içinde mutlu olabilirsin.

Sorumluluk seni büyütür. Giderek daha çok her eylemden, her düşünceden, her duygudan sorumlu hale gelirsin. O seni kristalleştirir. O seni ve senin psikolojini esir eden tüm zincirleri ortadan kaldırır.

Bir arkadaşımda kalıyordum; konuşma yapacağım bir toplantıya gidiyorduk ve o beni arabasıyla oraya götürüyordu. Geç kalmak üzere olduğumuzdan karısının aşağıya inmesi için kornaya basıyordu. Ve ben geç kalmaktan hoşlanmam çünkü çok sayıda insan bekliyor. Bu saygısızcadır, zarif değildir.

En sonunda karısı aşağıya bakıp "Bininci kez söylüyorum sana; bir dakika içinde geliyorum" dedi.

"Aman Tanrım! Nasıl olur da bininci kez söyleyip hâlâ bir dakika sonra gelebilir?" dedim. Ama o ne dediğinin bilincinde değildi.

Korkularını abartmışsın. Sadece onlara bir bak ve onlara bakarken azalacaklar. Daha önce onlara hiç bakmadın; onun yerine onlardan kaçmaya çalışmaktaydın. Korkunun gözlerinin içine doğrudan bakmaktansa onlara karşı korunmalar yaratıyordun.

Korkulacak hiçbir şey yok; ihtiyaç duyulan tek şey birazcık farkındalıktır. O yüzden korkuların her neyse yakala, onlara titizlikle bak, bir bilim adamının bir şeye baktığı gibi. Ve şaşıracaksın, bir kar tanesi gibi erimeye başlayacak. Sen ona bütünüyle bakana kadar o gitmiş olacak.

Ve özgürlük hiçbir korku olmadan mevcut olduğunda o öylesine büyük bir lütuftur ki onu anlatacak sözcük yoktur.

Bizim kendi fikirlerimizi onlara dayatmadan ve onların özgürlüklerine karışmadan çocukların kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerine nasıl yardımcı olabiliriz?

Çocukların gelişimine nasıl yardım edeceğini düşünmeye başladığın an yanlış yoldasın demektir çünkü ne yaparsan yap çocuğuna belirli bir program vermiş olacaksın. Senin aldığından farklı olabilir ama sen çocuğu dünyadaki tüm iyi niyetlerle koşullandırıyorsun.

Ağaçlar kimse onlara nasıl gelişeceğini söylemeden büyüyüp duruyor. Hayvanların, kuşların, tüm varoluşun hiçbir programlamaya ihtiyacı yok. Programlama fikrinin ta kendisi temelde esaret yaratmaktır; ve insan farklı isimler kullanarak binlerce yıldır köleler yaratmaktadır. İnsanlar bir isimden bıktığında, başka bir isim hemen onun yerini alır. Biraz elden geçirilmiş programlar; koşullanmanın şurasında-burasında küçük birkaç değişiklik ama temeldeki dayanak noktası, yani anne-babanın, eski kuşağın çocuklarının belirli bir şekilde davranması isteği aynı kalır. Bu nedenle "Nasıl?" diye soruyorsun.

Bana göre anne-babanın görevi çocuğun nasıl gelişeceğine yardımcı olmak değildir; onlar sen olmadan gelişir. Senin işlevin halihazırda gelişen şeye destek olmak, beslemek ve yardımcı olmaktır. Yön verme ve idealler verme. Neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu söyleme; bırak onlar kendi deneyimleriyle bulsunlar.

Yapabileceğin tek bir şey vardır ve bu da kendi hayatını paylaşmaktır. Onlara kendi anne-baban tarafından koşullandırdığını, belirli sınırlar içinde, belirli ideallere göre yaşadığını ve bu sınırlar ve idealler yüzünden hayatı tamamen ıskaladığını ve onların hayatlarını mahvetmek istemediğini söyle. Onların —senden— bütünüyle özgür olmalarını istediğini söyle çünkü sen onlar için tüm geçmişi temsil ediyorsun.

"Bizden özgürleşmen lazım. Bize itaat etme; kendi zekâna güven. Yanlış yola bile sapsan bu bir köle olarak kalmandan ve her zaman doğru olmandan çok daha iyidir. Birisini takip edip hata yapmamaktansa, kendi başına olup hata yaparak onlardan bir şeyler öğrenmen daha iyidir çünkü aksi

halde takip etmek dışında bir şeyi asla öğrenmeyeceksin ve bu zehirdir, saf zehir" demek için bir babada, bir annede muazzam bir sevgi ve cesaret olması gerekir.

Eğer seversen bu çok kolaydır, "nasıl" diye sorma çünkü "nasıl" bir yöntem, bir metodoloji, bir teknik istiyorsun demektir; ve sevgi bir teknik değildir.

Çocuklarını sev, onların özgürlüğünden keyif al. Bırak hata yapsınlar, onlara nerede hata yaptıklarını görmelerinde yardım et. Onlara, "Hata yapmak yanlış değildir; yapabildiğiniz kadar çok hata yapın çünkü bu şekilde siz daha çok öğreneceksiniz. Ancak aynı hatayı tekrar tekrar yapmayın çünkü bu sizi aptal yapar" de.

O nedenle sana basit bir cevap veremem. Çocuklarınla anbean yaşarken her fırsatta küçücük şeylerde özgürlüklerine izin verirken bunu senin bulman gerekecek.

Örneğin benim çocukluğumda —ve bu asırlardır tüm çocuklar için de aynıdır— bana "Yatağına erken git ve sabah da erken kalk. Bu seni akıllı yapacak" diye öğretildi.

Babama, "Bu çok garip: uykum yokken beni akşam erkenden uykuya zorluyorsun" dedim. Ve Jaina evlerinde akşam erkendir, gerçekten erkendir çünkü akşam yemeği saat beşte, en fazla altıdadır. Ve sonra da yapılacak hiçbir şey yoktur, o nedenle çocuklara yatağa gitmeleri söylenir.

Ona, "Enerjim uyumaya hazır değilken beni yatmaya zorluyorsun. Ve sabah olduğunda uykum oluyor ve sen beni yataktan sürükleyerek çıkarıyorsun. Bu beni akıllandırmanın garip bir yolu! Ve aradaki ilişkiyi göremiyorum; nasıl olur da uykum olmadığında uyumaya zorlanarak akıllı olacağım? Ve saatler boyunca yatakta, karanlıkta —bir şekilde kullanılabilecek zamanlarda, yaratıcı olunabilecek zamanlarda— yatıyorum ve sen beni uyumaya zorluyorsun. Fakat uyku senin elinde olan bir şey değildir. Sadece gözlerini kapatıp uykuya dalamazsın. Uyku ne zaman gelirse o zaman gelir; o senin emirlerine ya da benim emirlerime uymaz, o nedenle saatler boyunca vakit kaybediyorum.

"Ve sonra sabahleyin gerçekten uykum varken, beni uyanmaya zorluyorsun —sabahın beşinde— ve beni ormana doğru yürüyüş yapmam için dışarı sürüklüyorsun. Ben uyukluyorum ve sen beni sürüklüyorsun. Bunların beni nasıl akıllı yapacağını anlamıyorum!"

"Kaç tane insan bu işlemler sonucu akıllandı? Bana birkaç tane akıllı adam göster; ben etrafta hiçbir tane göremiyorum. Ve büyükbabama bundan bahsettim ve o bunun saçmalık olduğunu söyledi. Tüm ev ahalisinde bu yaşlı adam samimi olan tek kişi. Başkalarının ne söyleyeceğini umursamıyor, bana hepsinin saçmalık olduğunu söyledi: 'Yatağa erken gitmekle bilge olunmaz. Hayatım boyunca —yetmiş yıl— yatağa erken gittim ve bilgelik henüz gelmedi ve artık geleceğini de sanmıyorum! Artık ölümün gelme vakti, bilgeliğin değil. O nedenle bu atasözlerine kanma.'"

Babama "Bir daha düşün ve bana haksızlık etme. Bana bu kadar bile olsa özgürlük tanı: Uykumun geldiğini hissettiğimde yatmaya gidebileyim ve zamanın geldiğini ve artık uykunun olmadığını hissettiğimde kalkayım" dedim.

Bir gün düşündü ve ertesi gün dedi ki: "Tamam belki de haklısın. Onu kendi ihtiyaçlarına göre yap. Beni dinlemektense kendi bedenini dinle."

Prensip bu olmalı: çocukların kendi bedenlerini, kendi ihtiyaçlarını dinlemelerine yardım etmek. Anne-babanın yapacağı temel şey çocukları çukura düşmesinler diye bekçilik etmektir. Onların işlevi negatiftir.

Negatif sözcüğünü unutma —pozitif programlama yok ama sadece negatif bir koruma var— çünkü çocuklar çocuktur ve onlar kendilerine zarar verecek ya da sakatlayacak şeylerin içine girebilirler. O zaman da onlara gitmemelerini söyleme ama durumu onlara açıkla. Bunu bir boyun eğme haline getirme; bırak hâlâ seçebilsinler. Sen sadece tüm durumu anlat.

Çocuklar çok alıcıdır ve eğer onlara saygı duyarsan dinlemeye ve anlamaya hazır olurlar. O zaman onları anlayışlarıyla baş başa bırak. Ve bu sadece başlangıçta birkaç yıla bakar sadece, kısa sürede kendi zekâları yerine gelir ve senin korunmana gerek bile kalmaz. Kısa sürede kendi başlarına hareket edebileceklerdir.

Anne-babaların çocukların onların hoşuna gitmeyecek bir yöne gitmelerinden korkmalarını anlayabiliyorum; ama senin problemin de budur. Çocukların senin hoşlandıkların ya da hoşlanmadıklarını takip etmek için doğmadılar. Onlar kendi hayatlarını yaşamak zorundalar ve onların böyle olması —bu hayat her neyse— seni mutlu etmeli. Onlar belki de yoksul müzisyenler olabilir...

Oğlunun mezuniyetten sonra doktor olmasını isteyen çok zengin bir adam tanımıştım. Ancak oğlu sadece müzikle ilgileniyordu. O artık bir amatör değildi; yörede çok tanınmıştı ve nerede bir tören olsa o sitar çalarken görülebilirdi. Giderek daha çok ünleniyordu. Sadece müzik eğitimi veren bir üniversiteye gitmek istedi. Ancak babası buna kesinlikle karşıydı. Beni aradı —çünkü ben oğluyla çok yakındım— ve dedi ki: "Tüm yaşamı boyunca bir dilenci olacak." Çünkü Hindistan'da müzisyenler pek bir şey kazanmaz. "En iyi ihtimalle bir okulda müzik öğretmeni olur. Ne kazanacak? Biz evdeki hizmetçilere bu kadar ödüyoruz! Ve yanlış insanlarla arkadaşlık edecek," çünkü Hindistan'da müzik çok derin bir şekilde orospularla bağlantılı halde kalmıştır.

Hintli orospu dünyanın geri kalanındaki herhangi bir orospudan farklıdır. "Orospu" sözcüğü Hintli muhatabını karşılamak için adil değildir çünkü Hintli orospu gerçekten müzikte, dansta son derece ustalaşmıştır ve Hindistan'da çok fazla tür vardır. Şayet müziğin, şarkı söylemenin ve dans etmenin daha derindeki katmanlarını öğrenmek istersen, ünlü orospulardan birisine katılmak zorunda kalacaksın. Ünlü aileler vardır, onlara gharanas denir. Gharana "aile" demektir. Onun sıradan aileyle hiç alakası yoktur; o usta-çırak ailesidir. Yani kendilerine ait özel yöntemleri olan ünlü gharanas vardır. Aynı enstrümanı, aynı dansı farklı gharanas ince nüanslarda farklılaşan şekillerde yapacaktır. O nedenle eğer bir kimse gerçekten müziğin dünyasına girecek olursa bazı gharanas'lara katılmak zorundadır ve bu iyi bir arkadaşlık değildir. Zengin adama göre bu kesinlikle iyi arkadaşlık değildi.

Fakat oğlan arkadaşlıkla ilgilenmiyordu. Babasını dinlemeden müzik üniversitesine gitti ve babası çok kızgın olduğu için onu evlatlıktan reddetti. Ve babası onu reddettiği için ve başka hiçbir seçeneği olmadığından —üniversite hiçbir iş ya da başka bir şey bulamayacağın çok uzaklardaki dağlık bir bölgedeydi— geri döndü ve tam olarak babasının tahmin etmiş olduğu gibi bir okul öğretmeni oldu.

Babası beni aradı ve durumdan haberdar etti: "Bak tam söylediğim gibi. Diğer oğullarımın birisi bir mühendis, diğeri de bir profesör ama bu ahmak beni dinlemedi. Onu reddettim; benden tek bir kuruş miras alamayacak ve o en yoksul meslek olan bir okul müdürü olarak kalacak."

Fakat arkadaşımın kendisi son derece mutluydu. Ailesi tarafından terk edilmekten, yoksul bir adamın hayatını yaşamaktan, mirastan hiçbir pay almayacak olmaktan endişelenmiyordu. Bunlar onu rahatsız etmiyordu, o mutluydu, "Tüm bunları yapmış olmaları iyi, artık bir gharana'nın parçası olabilirim. Ailem hakarete uğramış hissedebilir diye endişeleniyordum. Ama artık beni terk ettiler, ve artık ben onların bir parçası değilim, bir gharana'nın parçası olabilirim.

Bir okulda öğretmenlik yaparken bir gharana'ya katıldı ve Hindistan'ın en iyi müzisyenlerinden birisi oldu. Mesele onu Hindistan'ın en iyi müzisyenlerinden birisi olması değil; önemli olan onun hissettiği potansiyelinin gerçekleşmesidir. Ve ne zaman potansiyeli takip edersen, her zaman en iyisi olursun. Ne zaman bu potansiyelden saparsan, alelade olursun.

Hiç kimsenin olmakla yükümlü olmadığı —o bambaşka birisidir— basit gerçeği nedeniyle tüm toplum sıradan insanlardan oluşur. Ve ne yaparsa yapsın, en iyisi olamaz ve tatmin hissedemez; mutlu olamaz.

Anne-babanın işi çok hassastır ve değerlidir çünkü çocuğun tüm yaşamı buna bağlıdır. Hiçbir pozitif program verme; çocuğun yapmak istediği şeye mümkün olan her şekilde yardım et.

Örneğin ben ağaçlara tırmanırdım. Şimdi tırmanmak için güvenli olan birkaç ağaç vardır; dalları güçlüdür, gövdeleri güçlüdür. En tepesine kadar bile gidebilirsin. Ve hâlâ dallar kırılacak diye korkmana gerek yoktur. Ancak bazı çok yumuşak ağaçlar vardır. Mango ve diğer güzel meyveleri koparmak için ağaçlara tırmandığım için ailem çok endişeleniyordu ve her zaman beni durdurması için birisini gönderiyorlardı.

Babama, "Beni durdurmaktansa lütfen bana hangi ağaçların tehlikeli olduğunu açıkla —böylelikle onlardan uzak durabilirim— ve hangi ağaçlar tehlikeli değildir böylelikle onlara tırmanabilirim. Ama beni tırmanmaktan alıkoymaya çalışırsan bir tehlike var: Yanlış ağaca tırmanabilirim ve sorumlusu da sen olacaksın. Tırmanmaktan vazgeçmeyeceğim, seviyorum" dedim.

Güneşin altında yüksekten esen rüzgârla ve tüm ağaç dans ediyorken ağacın tepesinde olmak çok doyurucu bir deneyimdir.

"Tırmanmaktan vazgeçmeyeceğim. Senin işin bana hangi ağaçlara tırmanmamam gerektiğini söylemek; çünkü onlardan düşebilirim ve bir tarafımı kırabilirim, bedenime zarar verebilirim. Ancak bana tırmanmayı yasaklayan kapsamlı bir emir verme. Bunu yapmayacağım" dedim. Babam hangi ağaçların tehlikeli olduğunu göstermek için benimle kasabada dolaşmak zorunda kaldı. Sonra ona ikinci bir soru sordum, "Şehirde tehlikeli ağaçlara bile tırmanmayı öğretebilecek iyi bir tırmanıcı biliyor musun?"

"Artık çok fazla oluyorsun, artık bu kadarı aşırıya gitmektir. Sen bana sordun ve ben de anlattım...."dedi.

"Senin rehberliğini izleyeceğim çünkü ben kendim onu önerdim. Fakat senin tehlikeli dediğin ağaçlar dayanılmaz çünkü jamun" —Hindistan'da yetişen bir meyve— "onlarda yetişir. O hakikaten çok lezzetli ve olgunlaştığı zaman cazibesine dayanamayabilirim. Sen benim babamsın, yardım etmek senin görevin, bana yardım edecek birisini biliyor olmalısın" dedim.

"Baba olmanın bu kadar zor olacağını bilmiş olsaydım, asla baba olmazdım; en azından senin baban olmazdım! Evet, birisini biliyorum" dedi. Ve sonunda beni sıra dışı bir tırmanıcı, en iyisi olan yaşlı bir adamla tanıştırdı. O ağaçları buduyordu ve o kadar yaşlıydı ki hâlâ bu işi yaptığına inanamazdın. O sadece başka hiç kimsenin yapmaya istekli olmadığı ender işleri yapardı; evlerin üzerine yaslanan büyük ağaçlar: Ağaçların tehlikeli dallarını keserdi. O işinin ehliydi ve bunu ağaçların köklerine ve evlere zarar vermeden yapardı. İlk olarak dalları ağacın diğer dallarına iplerle bağlardı. Sonra bu dalları keser ve iplerle kesilmiş dalları çekip evden uzaklaştırıp yere düşmelerini sağlardı. Ve o çok yaşlıydı! Ancak ne zaman buna benzer başka hiçbir oduncunun yapamayacağı bir durum olsa, o hazırdı.

Babam adama dedi ki: "Bu çocuğa özellikle tehlikeli olan, kırılabilecek ağaçlarla ilgili bir şeyler öğret." Dallar kırılabilir... ve ben zaten iki ya da üç kez düşmüştüm. Hâlâ izlerini bacaklarımda taşıyorum. Yaşlı adam bana baktı ve "Hiç kimse gelip de benden bunu istememişti, özellikle de oğlunu getiren bir baba... Bu tehlikeli bir şeydir ama eğer bir kimse onu sevdiyse, ona bunu öğretmeyi severek yapabilirim" dedi. Ve o bana tehlikeli ağaçlara tırmanmayı nasıl başarabileceğimi öğretti. Bana kendimi nasıl koruyabileceğimin bin bir türlü stratejisini gösterdi: Şayet ağacın tepesine çıkmak istiyorsan ve yere düşmek istemiyorsan, ilk olarak kendini ağacın yeterince güçlü olduğunu hissettiğin bir yerine iple bağla ve sonra yukarı çık. Düşersen ipten sallanıyor olacaksın ama yere düşmeyeceksin. Ve bu gerçekten bana yardımcı oldu; o günden beridir hiç düşmedim! Bir babanın ya da bir annenin işi çok muhteşemdir çünkü onlar dünyaya yeni, hiçbir şey bilmeyen ama bir potansiyel taşıyan bir misafir getiriyorlar. Ve çocuğun potansiyeli gelişmediği sürece o mutsuz olarak kalacaktır. Hiçbir anne baba çocuklarının mutsuz kaldığını düşünmekten hoşlanmaz; onların mutlu olmasını isterler. Yanlış olan şey sadece onların her zamanki düşünceleridir. Onlar çocukları doktorlar, profesörler, mühendisler ya da bilim adamları haline gelirlerse mutlu olacaklarını sanırlar. Onlar bilmiyorlar! Çocuklar sadece buraya olmak için geldikleri şey olurlarsa mutlu olurlar. Onlar sadece içlerinde taşıdıkları tohum haline gelebilirler.

O yüzden özgürlük vermek için, fırsat tanımak için mümkün olan tüm şekillerde yardımcı ol. Normalde bir çocuk bir anneden bir şey isterse çocuğu hiç dinlemeden, ne istediğini anlamadan anne basitçe hayır der. "Hayır" otoriter bir sözcüktür; "Evet" değildir. O nedenle ne baba, ne anne, ne de otoriteye sahip herhangi birisi sıradan bir şeye evet demek istemez.

Çocuk evin dışında oynamak ister: "Hayır!" Yağmur yağarken çocuk dışarı çıkıp yağmurda dans etmek ister: "Hayır! Üşüteceksin." Üşütmek kanser değildir ama yağmurda dans etmesi engellenmiş ve asla bir daha dans edemeyecek bir çocuk muhteşem bir şeyi, gerçekten güzel bir şeyi kaçırmıştır. Üşütmeye değebilirdi; ve çocuğun illaki de üşütmesi gerekmiyor. Aslında onu ne kadar çok korursan, o kadar kırılgan hale gelir. Ona ne kadar izin verirsen, o kadar bağışıklık kazanır.

Anne-babalar evet demeyi öğrenmelidir. Hayır dedikleri yüz durumun doksan dokuzunda, bunun nedeni otorite göstermekten başka bir şey değildir. Herkes milyonlarca insan üzerinde otoriteye sahip olan ülkenin başkanı olamaz. Ancak, herkes bir koca olabilir, karısının üzerinde otorite kurabilir; her ev kadını bir anne olabilir çocuğun üzerinde otorite kurabilir; her çocuğun bir oyuncak ayısı olabilir ve oyuncak ayı üzerinde otorite kurabilir...bu köşeden öteki köşeye tekme atıp savurabilir, gerçekte annesine ve babasına patlatmayı istediği gibi, onu bir güzel tokatlayabilir. Ve zavallı oyuncak ayının altında kimsesi yoktur.

Bu otoriter bir toplumdur. Ve özgürlük sahibi, evet duymuş ve çok ender hayır duymuş çocuklar yetiştirerek otoriter toplum yok olacaktır. Daha insani bir topluma sahip olacağız. O yüzden bu sadece çocukları ilgilendiren bir mesele değildir. Bu çocuklar yarının toplumu olacak: çocuk insanın babasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder